Şu anda dünyada ve Türkiye’de devam etmekte olan üç büyük kriz var: “kapitalizmin genel krizi, proletaryanın öznel krizi, ilerici hareketin krizi, aşırı sağ bunları kullanarak yükseliyor. Sovyetlerin yıkılmasından sonra oluşan dağınıklık tam aşılmadan 2000’li yıllardan itibaren ilerici hükümet ve partilerin olumsuz deneyimleri geldi. Latin Amerika ve diğer bazı ülkelerde seçimle başa gelen halkçı ilerici hükümetlerin başarısız kimi politikalarını faşist güçler kendi lehlerine kullanabilmektedirler. Ayrıca Syriza (Yunanistan) ve PODEMOS’ (İspanya) gibi sol partilerin yarattıkları hayal kırıklıklarını da eklemek gerekiyor.
Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de sol oluşumların dağınıklığı, birbirleriyle rekabeti ve işçi sınıfından kopuk olmaları otoriter rejime ve faşizme karşı mücadelenin zayıflamasına, ilerici güçler arasında özgüvenin yitirilmesine, umutsuzluğa ve enerji kaybına neden oluyor.
Sol Birliğin Dünü ve Bugünü
Yirminci yüzyılda faşizme karşı mücadele, bugünkünden tamamen farklı koşullarda gerçekleşti. İşçi sınıfı sosyal, ekonomik, politik ve hem de kültürel olarak görece homojendi. Buna ek olarak, solda iki temel güç vardı: komünistler ve sosyal demokrasi. “Her ikisi de proletarya üzerinde kitlesel etkiye ve hegemonyaya sahipti.” Bu nedenle, birlik mücadelesi aynı zamanda kapitalizmden kopuş ve sosyalizmi ilerletme programı için de bir fırsat yaratıyordu.”
Bugün işler çok farklı. Mevcut aşırı sağa karşı mücadele, çok daha savunmacı bir çerçevede ilerliyor ya da Türkiye’de olduğu gibi sadece seçim dönemlerinde kısa dönemli birlikteliklerle sınırlı kalıyor. Bazı sol partiler DEM’e karşı saf tutabiliyor, CHP de DEM parti ile işbirliği yapacağına sağ partilerle ittifak kurabiliyor. Çarpık ve önyargıya dayalı bu ilişkiler ekonomik çöküşün ortasında proletaryanın özne olma misyonunu tartışma kapsamından uzaklaştırıyor.
Emekçi halk yığınlarının özne olmadığı bu ortamda “kapitalizmden derhal kopuşun koşulu olan bir birlik, olanaksız bir birliktir” ve bu nedenle mücadelede derin tahribata yol açar, zarar verir. Dikkate alınması gereken bir sorun daha var. “Reformistler ve devrimciler arasındaki güç dengesi geçmişteki gibi aynı değil.”
Yirminci yüzyılda, hegemonya için mücadele ağırlık ve etki bakımından birbiriyle karşılaştırılabilir iki güç arasındaydı; komünistler ve sosyal demokrasi. Bugün artık böyle değil. Reformist örgütler, küçük ideolojik propaganda gruplarına dönüşmüş olan devrimci oluşumlardan büyük ölçüde uzaklaştı. Bugün Brezilya’daki İşçi Partisi ile Brezilya devrimci akımları arasında nasıl bir karşılaştırma yapılabilir? Peronizm ile Arjantinli Troçkist sol oluşumlar arasında karşılaştırma yapılabilir mi? Sosyalist Parti Portekiz’deki Sol Blok’ta varlık sürdürmeye çalışan küçük devrimci gruplar arasında mı? Ya da DEM/CHP ve Sol marksist gruplar karşılaştırılabilir miyiz?
Birlik koşulları büyük oranda devrimcilerin aleyhine değişti. Bu, “reformistlere devrimci bir kopuş programı dayatmak meselesi değil; savunmacı, minimal, demokratik hedefler etrafında safları sıklaştırma meselesidir.” Görülmesi gereken gerçek budur. Mücadele kapitalizmden derhal kopuş ihtiyacı etrafında sınırlandırırsak en fazla geniş yığınlardan kopuk ideolojik propagandacılar olarak hareket etmeye mecbur kalırız.
Faşizme karşı birlik, kapitalizmden bir kopuş programı temelinde değil, kitlelerin seferberliğini ve bağımsız eylemini canlandıran amaçlar etrafında gerçekleşmelidir ki bu, onların bilinçlerini ilerletmek ve öznel krizlerini aşmak için gerekli. Yeterli bir program mı? Elbette değil ama bir koşuldur. Devrimcilerin acil hedefi, kapitalizm ile faşizmin iç içe girdiğini geniş yığınlara göstermektir. Anti-faşist mücadele sürecinde sol parti ve grupları güçlendirmeği, politik bilinci, dayanışmayı ve mücadele iradesini ileri boyutlara taşıyarak halk yığınlarını ilerici-devrimci saflara çekmeyi başarmak.
Bir Adım Geri Gitmek
AYM kararlarını tanımayarak Can Atalay’ı , Selahattin Demirtaş’ı , Osman Kavala’yı ve diğer dört Gezi mahkûmunu içeride tutan ülke ekonomisini her geçen gün bataklığa sürükleyen, faşist partilerin desteği ile ancak ayakta duran diktatörlüğe karşı güçlü yığınsal çıkışlar örgütlenemiyorsa marksist sol politik duruşunu ve söylemini yeniden değerlendirmesini kaçınılmaz kılıyor. İşçi sınıfının önemli bir kesiminin faşizm tarafından kazanılmış olduğu gerçeğini kabul ederek zorlu bir ideolojik ve siyasi mücadele başlatabilmelidir.
Bir şey daha! Eğer devrimci oluşumlar kitlelerle ilişkilerindeki zayıflığı dikkate almadan yığınlar arasında milyonlara varan güçleriyle CHP’ye ve DEM’e anti-kapitalist bir program dayatmaya kalkışırlarsa birlik olasılığını ortadan kaldırır ve işçi sınıfının reformizme kayan önemli bir kesimiyle temas kurma fırsatını kaybederler.
Bu nedenle, anti-faşist mücadelenin asgari bir programa, eğitime ve emekçi sınıfların bağımsızlığına dayandığı fikri sonuna kadar götürülmeli. TİP, SOL Parti, EMEP ve sosyal hareketler bir adım geri gitmeli, çünkü proletarya zaten çok fazla geriledi ve gitgide daha da uzaklaşıyor, “neredeyse ulaşamayacağımız bir yerde”. Şimdi onun güvenini yeniden kazanma zamanı. Yetersiz güce rağmen: mahallelerde, bölgelerde, kadınlar ve köylüler arasında, kampanyalar ve dayanışma ağları aracılığıyla sosyal ve politik çalışmalara ağırlık verilmeli.
Bu reformist bir yaklaşım mı? Biçimde evet. Sonucu bakımından, zamanımızın en devrimci eylemidir. Sol taban çalışmalarına yeniden dönmeli, emekçi kitlelerden uzaklaşmadığını kanıtlamalı. Her halükarda, solun marjinalleştirildiği doğrudur. Aslında, seçimlerde nicelik başarı kazanan anti-faşist partiler de hiç bu kadar marjinal olmamıştı.
Yeni Bir Şiddet Dönemi
Türkiye’de Cumhur İttifakının bileşenleri Çaldıran Savaşının yıldönümünde sergiledikleri faşist birlik tablosu solu ve tüm muhalefeti susturmak için yeni bir dönemin habercisidir. Buna paralel dünyada sola karşı neo faşist şiddet eylemlerinin yeni bir tarihsel dönemine giriliyor. Bu kısa bir döngü ya da sadece bir konjonktür değildir. Yapısal ve küresel bir olgudur. Faşizme karşı uzun bir mücadele dönemine girdiğimiz gerçeğini kabullenmemiz gerekiyor.
Yüz yıl öncesinin tamamen farklı bir işçi sınıfı gerçeğine dayanan dogmatik söylemlerde ısrar edenler, önemli bir fırsatı kaçırmakta olduklarını hatırlatmak devrimci sorumluluğumuzun bir gereğidir.
–Henrique Canary, La crisis subjetiva de la clase trabajadora, Jacobin , jul 2024
Çok doğru saptamalar var, sol-devrimci kesimin doğu eleştirisi yapılmış. Sosyalist kesimin yanlış tutumunun kaynağı nedir? Bunu araştırmak gerekir. Kaynak, bence, Marx’ta başlayıp Lenin’de gelişip Stalin ve Mao’da doruğu varan eğilimdir.
Marx, rakiplerine yani aynı görüşte olmadığı insanlara karşı sert eleştiriler, yani yergiler yapmış. Lenin’in gizli örgüt içinde farklı görüşleri olanlara karşı sert tutumunu görüyoruz. Hele öteki düzene muhalif partilere karşı şiddet yanlısı olmuş. Stalin, Ekim politik devrimini yapan Merkez Komite üyelerini bile (mahkeme yoluyla (!?) hapsettirmiş ve idamla cezalandırmış. Çalışma kamplarını (bir tür toplama kampları) partili partisiz muhaliflerle doldurmuş. Mao da benzer yol izlemiş. (SSCB ve Çin’de bu kamplarda milyonlarca insanın kötü koşullardan ötürü öldüğü biliniyor.)
Bu eğilimin günümüzdeki durumu şudur? “Benim düşüncem en doğru düşüncedir, hatta tek doğru düşüncedir. Benim gibi düşünmeyen burjuvazinin adamıdır, emperyalizmin ajanıdır.” Dolayısıyla onlarla ortak eylem, hele ittifak asla yapılmaz. Oysa doğru görüşün (kuramın) ölçütü pratiktir (uygulamadır). Bu arkadaşların düşünceleri ne zaman pratiğe geçmiş de doğruluğu kanıtlanmış? Hiçbir zaman. Bugün her devrimcinin, her grubun, her partinin gelecek için ileri sürdüğü (doğru olduğunu iddia ettiği) düşünce yalnızca bir öneri, bir tahmindir. Uygulamada denenmemiştir. Geleceğe ilişkin düşünceler-kuramlar, doğru olduğu inancıyla sunulur kuşkusuz. Ancak, pratiğin, yaşamın bu görüşü yanlışlayabileceğini de herkes bilmeli, kabul etmelidir. Dolayısıyla, başka bir düşüncenin doğru çıkabileceği göz ardı edilmemelidir. O nedenle, bugün farklı düşüncede olanlar, birbirini suçlamak yerine, ortak eyleme, ittifaka ve cephe kurmaya, hatta tek partide toplanmaya karşı-düşman olmamalıdır. Hepimiz “daha iyi bir dünya” istiyoruz.
Bir örnek: Nikaragua’da Sandinistler, iki gruba ayrılmıştı. Bir grup gerilla savaşını, bir grup işçi sınıf içinde çalışmayı öneriyordu. İki grup birbirine düşman olmadı. Bir grup dağa çıkarken, öbür grup kentlerde kitle çalışması ve eylemleri yaptı. Sonunda dağdan gelenlerle kenttekiler birleşti ve politik devrim yaptılar. Hiçbir grup-partinin göze çarpan bir gücü yok. Çok geniş bir cepheye ihtiyaç var. Ama her grup kendisini “arpa ambarında” sanıyor.
Not: bir saptamayı doğru bulmuyorum: “Kapitalizmin genel krizi”. 70’lerde Mahir Çayan “emperyalizmin sürekli bunalımının 3. dönemi” diyordu. Ama bu tespitler bir sonuç vermedi. Ekonomik krizler (bunalımlar) gittikçe sık oluyor, ama kapitalizme bir şey olmadı, sosyalist blok yıkıldı.