Geride bıraktığımız 20. yüzyılda tarihi TKP’den TİP, Dev-Genç, Dev-yol, Dev-Sol ve Partizan’a kadar tüm Marksist-Leninist parti ve gruplar kendilerince kabul ettikleri; Sosyalist devrim, Milli Demokratik Devrim veya Ulusal Demokratik Devrim için belirledikleri stratejilerle mücadele verdiler. Bu uğurda Mustafa Suphiler katledildi, Denizler asıldı, Mahir’ler öldürüldü. Bir asır boyunca egemenlerin askeri darbeleri, işkenceler, zindanlar devrimcileri, komünistleri mücadeleden yıldırmadı. 60’lardan 80’lere kadar tüm ihanetlere rağmen, devrim mücadelesi durmadı, kesildiği yerden yeniden sürdürüldü. Devrim şehitlerinin kanı yerde bırakılmadı, anıları mücadelede yaşatıldı.
Ancak devrim olmadı!!
Bütün bu büyük fedakarlıklara rağmen İşçi sınıfının, emekçi halkın katıldığı bizi devrime yaklaştıracak elle tutulur bir ayaklanma, bir seçim zaferi veya isyan yaşanmadı. Ancak hiç yığınsal muhalefet olmadı denilemez. 15-16 Haziran, DGM, Tariş, Gezi ve üniversitelerdeki yığınsal direnişler tarihsel değerdedir. Bunları küçümsemek aklımın ucundan geçmez ama bunların hiçbiri bir kıvılcıma dönüşmedi emekçi sınıfları iktidarı devirmeye yöneltmedi.
Devrimi yapabildik mi? Hayır
Peki dünyada devrim oldu mu? HAYIR
Dünyadaki gelişmeler bundan farklı değil. Aşırı sağın faşizmin güç kazanması beraberinde sosyalist devrim olasılığını politik bir olasılık olmaktan çıkardı tarihsel bir ufka dönüştürdü. Süreci tersine çevirebilmek için enternasyonal solun tarihi bize ne öğretiyor bir göz atalım mı?
H. Kanarya yaşamakta olduğumuz koşulları çok özlü anlatıyor. Okuyalım, “muzaffer bir sosyalist devrim olmadan neredeyse 50 yıl, Sovyetler Birliği’nin sona ermesinden bu yana 30 yıldan fazla bir süre, çıkış yolu olmayan bir ekonomik kriz 15 yıldan fazla ve dünya çapında faşizmin en az 10 yıl kesintisiz yükselişi geçti. Ve kısa ya da orta vadede işler düzelecek gibi görünmüyor”. Savaşla bölünmüş ve hızlı bir düşüş içinde olan Avrupa ve seçilirse Trump muhtemelen önümüzdeki dönemde aşırı sağı güçlendirecek bir siyasi geçişe öncülük edecekler. Latin Amerika ülkeleri faşizmin iktidara gelmesini (ve bazı durumlarda geri dönmesini) önlemek için mücadele ediyor. İsrail, Gazze Şeridi’nde bir soykırım operasyonu sürdürüyor. Filistin halkını haritadan silmeyi ve hayatta kalanların Mısır’ın Sina çölüne iterek ölmelerini ve sonsuza dek unutulmalarını istiyor. “
Tüm bu gelişmeler sermaye ihracı veya pazar kapma yarışından kaynaklanmıyor. Tam tersine tam da Lenin’i dediği gibi ABD emperyalist imparatorluğun egemenliğini korumak için verdiği savaşlardan kaynaklanıyor. Sistem krizinin de 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine ve 1917’de Rus Devrimi’nin zaferine yol açan yirminci yüzyılın başında dünyanın yaşadığı durumu anımsattığını söylemek doğru değil.
“Yeni bir dünya devrimci dalgasının arifesinde değiliz.
Yürminci yüzyılın başları, bir yandan sistemin akut krizi, diğer yandan da proleter hareketin, örgütlenmenin ve bilincin dünya çapında durdurulamaz ilerlemesi ile karakterize ediliyordu. Bu, “Avrupa’nın büyük sosyal demokrat partilerinin güçlendiği, gelecekteki uluslararası komünist hareketin tohumlarının atıldığı bir dönemdi.” (H Kanarya)
Geçen yüzyılın son çeyreğinden bugüne muzaffer sosyalist devrimlerin olmadığını görmemiz ve bu gerçeklerle cesurca yüzleşmemiz ve kendimizi kandırmadan anlamamız gerekir. Devrimleri görmüyor ya da deneyimlemiyorsak, yaptığımız şeyi tekrar tekrar yapmanın ne anlamı var? Ve en önemlisi, çok uzakta, tarihsel bir ufuk olarak duran devrimi politik bir ufka dönmesini sağlayan koşulları yeniden analiz etmemiz gerekmez mi?
Devrim nedir?
Bildiğimiz ve defalarca tartıştığımız sorun şu ki Marx’ın devrim teorisini anlatan ve kesin bir şekilde açıklayan bir çalışması yoktur. Belki de 1848 Komünist Manifestosu, onu özetleyen en önemli eseridir. Bazı metinlerde Marx, politik olarak tahakküm altına alınan, ekonomik olarak sömürülen ve insani olarak yabancılaşan bir sınıfın tüm insanlığın kurtuluşu için egemen sınıf haline geldiği tarihsel mekanizmayı anlamakla ilgilendiği eserleri arasında: Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları, Alman İdeolojisi, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisive vb…sayılabilir.
Ancak bu, Marx’ın Lenin gibi bir devrim kavramına sahip olmadığı anlamına gelmez. Ona göre, “devrim hem politik hem de kitlelerin kendi kurtuluşunun tarihsel bir eylemidir.” Anlaşıldığı gibi, bu genel bir fikirden başka bir şey değildir. Burada pek çok şey net değil: partinin ve Enternasyonal’in rolü, iktidarı ele geçirme strateji ve taktikleri, Sovyet tipi örgütlenmelerle “karşıt hegemonya” kurmak, burjuva demokrasisinin evrimi. Genel olarak, Marx’ın saptamaları, yirmi birinci yüzyıl için bir devrim teorisini projelendirmek için bir rehber olabilir ancak.
Marx’ın ölümünden sonra başta Almanya olmak üzere Avrupa sosyal demokrat partilerinin kitleselleşmesiyle işler çok değişti. Bu durumda, sınıfla neredeyse kaynaşmış birer sınıf partilerine dönüştüler. Alman sosyal demokrasisi parlamentoda grup kurdu, şehir konseylerinin yönetimine geldi, sendikalar kazandı, kulüpler, karşılıklı yardım fonları, dernekler kurdu, düzinelerce gazete, dergi yayınladı,, bir Sosyalist Enternasyonal ve bir Sendika Enternasyonali yarattı.
Ancak kendi içinde son derece olumlu olan bu olgu, parti içinde bazı teorik karışıklıklara neden oldu. Alman Sosyal Demokrasisi devrimci bir örgüt olarak varlığını sürdürürken, devrimden anladığı şey değişmeye başladı. Sosyal demokrasinin işçi sınıfı içindeki ve işçi sınıfının toplumdaki ağırlığı o kadar büyüktü ki, devletin iktidarı seçimler yoluyla proletaryaya verilebileceğini bile kabul eden liderlerin vizyonunu bulandırdı, bizzat Engels’in Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadelesi adlı kitabına yazdığı 1895 tarihli ünlü önsözünde ileri sürdüğü bir hipotezdi. Henüz reformist bir vizyon değildi. Ancak bu, devrimi tamamen tarihsel ve soyut bir süreç olarak gördü, bu nedenle neredeyse kendiliğinden olması düşünülmüştü.
Türkiye’de işçi sınıfına dayanan sosyal demokrat bir süreç yaşanmadı. CHP kurulduğu günden itibaren ulusalcı bir partiydi ve öyle kaldı.1960’larda kapitalizmin gelişimine paralel büyüyen işçi sınıfının içinde örgütlenmeyi hedefleyen parti Behice Boran’ın partisiydi, TİP. Partinin kuruşunun ardından DİSK doğdu. 1970’lere gelindiğinde bu akımdan 2. TİP, TİSP, Genç İnci, İşçinin Sesi politik arenada kendini gösterdi. Diğer devrimci gruplardan; DEV-Genç, THKP/C, THKO ve 1970’lerde oluşan Dev-yol, Kurtuluş, Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu, Partizan, Emek grubu vs MDD’nin etkisinde kalarak işçi sınıfını değil asker, sivil, aydın zümreyi devrimin öznesi olarak belirledi. Küba, Çin ve Vietnam deneyimlerinden esinlenen kırlardan başlatacakları gerilla savaşlarıyla şehirleri kuşatıp ele geçirebileceklerini planlamışlardı. Bu işçi sınıfının başını çektiği bir devrim stratejisinden çok uzaktı. Söylemde öncü parti düşüncesinde ısrar etmelerine rağmen pratikte sınıf perspektiflerini kaybetmişlerdi.
İşçi sınıfından uzaklaşma sınıfın devrimde özne olmasını etkileyen negatif faktörlerinin başında gelir. Bu tarihsel hata Askeri darbenin 68 ve 78 kuşağı devrimcileri üzerinden boldüzer gibi geçmesine yol açtı. Hata çok yönlüydü “Kırk yıl geçti darbenin üzerinden. Bir Ömür …..Dile kolay! Peki ama, kırk yıl önce yüz binlercemiz meydanları doldururken, neden bir türlü toparlanamadık, neden silkip atamadık ölü toprağını? …..Biz asıl darbeyi kendi içimizden aldık, kendi hatalarımızdan ötürü ahlaki üstünlüğümüzü yitirdik.” Salahattin Demirtaş’ın Arafta Düet’te yaptığı bu değerlendirmeyi önemsiyorum. Sol oluşumlar politik ve ahlaki üstünlük yeniden kazanmak istiyorlarsa Lenin ve Leninizm’i yeniden tartışmaya açmalıdırlar. Gelecek yazıda buna değineceğim.
Gelecek yazı;
LENİN’İN DÖNÜM NOKTASI
“Leninizm” olarak adlandırılan şey, Türkiye, Almanya ve Avrupa’dakinden oldukça farklı koşullar altında ve çeşitli biçimlerde gelişti.
-Henrique Kanarya, 21. century revolution, Jakoben, 2024
-Selahittin Demirta, Yiğit Bener, Arafta Düet, Dipnot, 2024