Perspektif olmaksızın sanatsal bir üretim düşünülemez…

Mustafa Güçlü’nün www.demokrathaber.org sitesi için yazarımız Sinan Abuzer AKDAĞ ile genel anlamda sanatın sorunları, özel anlamda sanata bakışı ve alana ilişkin çözüm önerileri üzerine bir gerçekleştirdiği söyleşi…

 

Toplumcu gerçekçi geleneğin, toplumsal mücadelenin yaygın ve güçlü olduğu dönemlerde de toplumcu şiir geleneği çok güçlü değildi, sadece toplumsal duyarlılıktan dolayı oluşan yoğun bir ilgi vardı.

 

Mustafa Güçlü: Okuyucularımıza kendinizi kalıplaşmış ifadeler dışında sizi en iyi şekilde yansıtacak sözcüklerle tanıtın desem neler söylersiniz?

Sinan Abuzer AKDAĞ: Her ne kadar ilk bakışta uysal biri gibi görünsem de, kendimi biraz asi, biraz aykırı, biraz gereğinden fazla doğrucu ama daha çok yaratıcı biri olarak değerlendirebilirim. Bu asi, aykırı ve doğrucu tutumum bana günümüz ilişkileri ve alışkanlıkları içinde yalnızlaşmayı, bazen anlaşılamamayı dayatırken, yaratıcı yanım ise böylesi durumlarda en çok gereksinim duyduğum özgüveni sağlamakta. Yaratıcı özelliklerim bana sadece sanatsal etkinliklerde değil, aynı zamanda ekmeğimi kazanırken de yardımcı olmakta.  Örneğin Türkiye’nin ilk “Online İngilizce” öğrenim Web platformunu 1998’de ve yine bugünlerde Kovid19 süreci ile birlikte çok yaygınlaşan “Görüntülü Uzaktan Eğitim” Platformunu da 2007 yılında yine benim oluşturduğum bir ekip Türkiye’de ilk kez oluşturdu. Ancak o günün koşullarından kaynaklanan ve toplumun böylesi bir eğitim modelini yadsıması nedeniyle çok etkin olamadı, maalesef. Sanatsal etkinliklere gelince, sanat ve içerdiği, ulaşabildiğim,  alanlarda olanaklı oldukça bu yaratıcı yanımı karınca kararınca kullanmaya, olası oldukça etkinliklere bazen öznesi bazen destekçisi olarak katılmaya ve bir şeyler ortaya çıkarmaya çalıştım.

Mustafa Güçlü: Şairlerin geçmiş yaşantıları özellikle çocukluk çağları onların şiir yolculuğunda önemli yer tutar. Çocukluğunuzda yaşadıklarınız şiirinize nasıl yansıdı. Sizi şiire yönlendiren ya da şiir yazmanızda etkili olan özel biri var mı?

Sinan Abuzer AKDAĞ: Çok zor ve yoksunlukların tanımlanamaz boyutlarda – ki o zaman bulunduğum bölgede hemen hemen herkes o durumdaydı- olduğu, ancak bir o kadar da özgür ortamlarda geçen bir çocukluğum oldu. Zor diyorum, çünkü altı çocuklu ve bir tek babanın çalıştığı bir ailenin yaşça en büyük çocuğuydum! Babam eve emeğini satıp ek gelir getirebilecek olan benim bir an önce büyümemi beklerken, annem, o konuşamadığı Türkçesiyle, beni hep okumam ve okuluma odaklanmam için yönlendirirdi. Bu ortam içinde 12 yaşımda okulun yanı sıra, okul dışı zamanlarda, doğduğum yer olan Malatya sokaklarında simit tablası ya da halka tatlı tepsisi başımda dolanıyor ve ev ekonomisine katkıda bulunmaya çalışıyordum. Lise bitinceye kadar bu böyle devam etti. Bunları acıların çocuğu olduğumu söylemek için anlatmıyorum elbette, çünkü o günlerde zor gibi görünen yaşantım ve koşulları, bugün geriye dönüp baktığımda, özgür, yaratıcı ve özgüvenli kişiliğimin oluşumunda oldukça katkıda bulunmuşlar. İnsanların anne-baba ve çevrelerine bağımlı yaşadıkları dönemlerde ben, ekmeğimi kazanmak için, bütün Malatya sokaklarını dolaşmak, değişik yaşantılardan, yaş gruplarından ve kültürlerden insanlarla zorunlu ilişki kurup o ilişkileri geliştirme olanağı yakalıyordum. Bunun bende yarattığı duygusal incinmeler de oluyordu kuşkusuz, ama daha çok katı bir gerçekçilik yüklüyordu kişiliğime.

Benim sanatla ilgim özellikle lise yıllarımda, aklıma geldikçe sevgiyle andığım, edebiyat öğretmenim Seher Cengiz aracılığıyla olmuştur. Beni ve birkaç arkadaşımı okuma gruplarına alır ve bizleri değişik sanat çalışmalarına yönlendirir ve yaptığımız çalışmaları desteklerdi. Ben tiyatro ile ilgilendim daha çok. O yıllarda “Oğul” adlı bir oyun yazdım. Sonra Üniversite de –ODTÜ Makine Mühendisliği- mücadele yılları, aranmalar,  üniversiteden politik nedenlerle atılma, sonrasında 12 Eylül ve yine üniversite -9 Eylül İngiliz Dili Eğitim- ve İzmir’de yine tiyatro ve şiir.

12 Eylül’ün zor koşullarında, 12 Eylül’e direniş amacıyla fakültede uzun çabalar sonucu umutsuzluk günlerinin üstesinden gelmek amacıyla bir tiyatro kulübü kurmaya çalıştım. İzin almak ve başarmak için birçok engeli aşmak gerekiyordu. İzin alabilmeyi kolaylaştırmak için İngilizce oyun sergilemeyi düşündük; sakıncalı olduğumdan hep ekip içindeki arkadaşlar aracılığıyla başvuruları yaptık ve en sonunda Sıkıyönetim Komutanlığını ikna ederek oyunu sergileme çalışmalarına başladık ve en sonunda da sahnelemeyi başardık. O günlerin Türkiye’si için çok önemli bir adımdı. Fakülte bahçesinde iki kişiden fazla insanın bir arada yürümesine bile izin verilmezken, biz bir salonda 30-40 kişiyi bir araya getirerek etkinlik içinde bulunmayı başarmıştık. Bu gelişme sonrasında başka etkinliklerin de başlamasına yol açtı, doğal olarak.  Böyle katıldım aktif olarak sanat çalışmalarına. Bu süreçte ve devamında bol bol YAZKO Edebiyat dergisi, şiir okumaları – İkinci Yeni şairleri dâhil-  yaparken şiir yazma denemeleri, yine yoksulluk, yine çalışarak okumak ve pazar tezgâhı gerisinde içtiğim sigaranın paketi kâğıdının arka yüzüne yazdığım şiirler. Derken okulun son yılı ve tez hazırlama çalışması yapmam gerekiyordu.  Ben de tez konumu “20.yy Siyah Amerika Şiirleri” olarak seçerek, şiir üzerine ilk derinlikli çalışmamı yaptım. Yani, kısaca belirtmek gerekirse, kendimi sadece şair olarak tanımlamam yanlış olur, diye düşünüyorum. Şiirler en çabuk olgunlaşanlar olduğu için kitaplaştırdım. Şimdilerde ise deneme ve roman üzerine odaklanmış durumdayım.

Sanatsal ürünlerin niteliğinin ne olduğunu ve yayınlanıp yayınlanmamasını elinde bulundurma çabasında olan bu birkaç kişiye karşı, şimdilerde sanat üretimi yapanların elinde İnternet ve buna bağıl teknolojiyle uyumlu cihazlar gibi bir silahları var.

Mustafa Güçlü: Muhalif bir platform olarak düşündüğünüz “ Sanat ve Toplum” adlı internet sitesini hem yönetiyor hem de kültür sanata ilişkin teorik yazılarınızı orada yayımlıyorsunuz. “Sanat ve Toplum’ ’un kuruluşu nasıl gerçekleşti?  Sitenin hedeflediği kitleyle bağlantılı olarak yayın politikası hakkında bilgi verebilir misiniz?

Sinan Abuzer AKDAĞ: Sanatla ilgilenen birkaç arkadaşla birlikte “post-modern sanat” anlayışına karşı bir mücadeleyi yükseltmek için gerek kooperatifleşme gerek bir dergi (Yeni Gelen)  çıkarmak için bir araya geldik. Sonrasında yola çıkışımızın başlangıcında fark edemediğimiz, ancak ortaya belirli bir yapı çıkıp da Yeni Gelen dergisinin 1. sayısı yayımlanınca, bazı arkadaşların bütün emek sürecini sahiplenip, kendileri gibi düşünmeyenleri diskalifiye etme çabalarını gördük. Sağlıklı bir ortam kalmadığından, aynı şeyleri düşündüğümüz birkaç arkadaşla eleştirilerimizi yönelttiğimizde, eleştiri yönelttiğimiz arkadaşların sözlü hakaret ve saldırılarına uğrayınca, bu ortamda daha fazla üretken olamayacağımızı anlayınca, ayrılmaya karar verdik.

Teknolojik gelişmeleri, maliyet zorluklarını ve kendimizi en kısa zamanda ifade edebileceğimiz bir platform gereksiniminden dolayı “Sanat ve Toplum” sitesini kurdum. Sonradan katılan bazı arkadaşlarla giderek büyüyen ve iki yıllık sürede yaklaşık 250.000 okuma sayısına ulaşan yapı ortaya çıktı ve bir dergi gereksinimine gerek kalmadığı gibi çok daha geniş bir kitleye ulaştı.

Sanat ve Toplum”, çoklukla,  sanat-edebiyat ve eleştiri yazılarını içeren, ama felsefe, kadın, görsel sanatsal ve diğer bazı etkinliklere de yer veren bir platform. Daha çok “Gerçekçi sanat ve Gerçekçi sanat eleştirisi” anlayışını savunup da sesini duyuramayanların sesi olmaya çalışıyoruz. Nitelikli bulduğumuz her yazıyı virgülüne dahi dokunmadan yayımlıyoruz; ancak kabul etmek gerekir ki, özellikle ülkenin sanat ve edebiyatına katkıda bulunmak amacında olduğumuzdan kuramsal olan güçlü yazılara ve nitelikli sanat yaratılarına öncelik veriyoruz.

Sitemiz katılımcı arkadaşların maddi destekleriyle ayakta kalmaya çalışmakta olup sitenin her hangi bir yerinde reklamlara yer verilmez. Sadece nitelikli bulduğumuz bazı kitapları, bunlara ilişkin, eleştiri ve yorum yazıları ile tanıtıp okuyucu ile buluşmalarına katkıda bulunmaya çalışıyoruz. Bu yayın politikasına sapma yapmadan devam edeceğiz. Sapma olmasına ve popülizm adına yayın politikasının değişmesine ne ben ne de arkadaşlarım izin vereceğiz.

Mustafa Güçlü: Sosyal medyada adeta miting yapar bir havada herkesin kendi cumhuriyetini kurduğu ben merkezli bir dünya algısı var. Sanal dünyanın açtığı yolda gerçeklikten uzaklaşan insanlarda özellikle şairlerde özsever bir tutum gelişiyor. O eski zamanlardaki gerçek dostluklara yazarlar arasında pek fazla tanık olmuyoruz. Yeni gelişen bu tutumun dayattığı bireyselliğe karşı nasıl bir tavır geliştirilebilir?

Sinan Abuzer AKDAĞ: Her şey kendi karşıtını içinde taşır. Geçmişte sanat-edebiyat ve sanatsal yaratıların geleceği birkaç kişinin ya da grubun ağzından çıkacak birkaç sözcüğe, onların vereceği kararlara bağlıyken, bugün o birkaç otorite görünümlü tekke yöneticisi sözüm ona mantıklı kişinin varlığının hiçbir anlamı kalmamış gibi görünüyor. Sanatsal ürünlerin niteliğinin ne olduğunu ve yayınlanıp yayınlanmamasını elinde bulundurma çabasında olan bu birkaç kişiye karşı, şimdilerde sanat üretimi yapanların elinde İnternet ve buna bağıl teknolojiyle uyumlu cihazlar gibi bir silahları var. Bu silahları istedikleri gibi –her ne kadar biraz hoyratça ve kendi Cumhuriyetlerini kurarcasına kullansalar da- kullanıyor olmalarına olumsuz bakmamak gerekiyor. Ben bunu İnternetin yaşamımıza girişinin ilk yıllarına benzetiyorum; o yıllarda İnternete girenlere, sosyal medyayı kullananlara kötü gözle bakılır, hatta oldukça katı bir şekilde eleştirilirdi. Çoğu kişi de İnternete duyduğu ilgiyi, gelebilecek eleştiri ve yaratabileceği olumsuz izlenim nedeniyle, gizlerdi. Bugün ise, aksine,  İnternet teknolojisi ve bağıl uygulama ya da cihazları etkin kullanmayanlar eleştiriliyor, kullanmayı beceremeyenler ise çoklukla alay konusu olabiliyor. Artık nenelerimizin bile elinde bu tür cihazlar ve sosyal medyada bir hesapları var. Bu sürecin en kısa zamanda dengeye oturacağına inanıyor ve bu yaygın ve gereksiz gibi görünen kullanımın oluşturduğu çöplüğün ortadan kalkacağına ve yerini ancak nitelikli olanların alabileceğine inanıyorum.  Bu sonucun gerçekleşmesinden yine biz aydınlar, bilinçli insanlar sorumlu olmak ve nitelikli ürünler sürecini ve alışkanlığını yerleştirmemiz gerekiyor: “Sanat ve Toplum” gibi…

Eski zaman sanatçılar arası dostluklara gelince, doğrudan İnternet teknolojisinin ve bağıl uygulama ve cihazların kullanım niyetinin değil, Neo-liberal politikaların post modern anlayışının sonucudur bu durum. Post-modernizm sadece sanatta değil, hayatın her alanında kendini yer buldu, egemenliğini kurdu.  Toplumda alışılmışın dışında yeni olgular, alışkanlıklar, ilişki biçimleri yarattı: parçalanmışlık, tutarsızlık ve karşıtlıkların bir arada oluşu, işlevsizlik ve ikilem vb. Bunları üstesinden ne kadar gelebilirsek, o kadar kısa sürede daha sağlıklı bir toplum oluşturabilme sürecine girebiliriz. Bu sorunu aşmak sorumluluğu da sadece sanatçılara değil, bütün duyarlı toplum bireylerine yüklenmiş bir görevidir.

Mustafa Güçlü: Bir yazınızda,” İdeolojik olarak güçsüz ve sanatın kendisine ve işlevine ilişkin yetersiz – bilgisiz- olan sanatçının ürettikleri de aynı yetersizlikleri içinde barındıracaktır.”(1) diyorsunuz. Sanatçının üretimde bulunduğu alana ilişkin teorik ve pratik eksiklikleri nasıl giderilebilir? Yazın hayatına yeni başlayan gençlere bu konuda neler önerirsiniz?

Sinan Abuzer AKDAĞ: İçinde yaşadığı dünyanın çelişkilerine ve insan ilişkilerine hâkim olamayan, bu çelişkilere bir felsefi bakış açısı geliştirememiş olan sanatçının sanatsal üretimini dar bir bakış açısıyla sınırlamasına, daha doğrusu bir perspektifinin olmamasına neden olur. Perspektif olmaksızın sanatsal bir üretimin ortaya çıkarılması düşünülemez. Sanatsal ürünün yönünü, özünü belirlemekte perspektif oldukça önemli yer tutar.  Bu perspektif sanatsal yaratının nasıl olması gerektiğini ve neyi nerede ne amaçla kullanacağımızı göstererek bize yardımcı olandır. Bunun kazanılması sanatçının ideolojik donanımın yeterliliğine ve sanata ve nasıl olması gerektiğine ilişkin gerek teknik gerek kuramsal donanıma gereksinim vardır. Bu donanım ancak emek vererek, sanatsal bir etkinlik içinde olma öncesi ve sürecinde,  detaylı inceleme ve araştırma ile kazanılan entelektüel birikime bağlıdır.

Kendini insanlığın güzelliğine adama iddiasında olan aydınlar ve sanatçılar yazılarını gerçekliğin açığa çıkarılması ve harekete geçirici edimler yaratma etkinliklerini sağlayacak tavırla yazarlar.

Günümüz sanat üretimleri, yani o mantar gibi türeyen yayınlar,  genelde “esinlenme” kaynaklıdır ve her duygulanan ve kendini birkaç sözcüğü, görüntüyü, fırça darbesini bir araya getirmeye muktedir gören, duyumsayan her kişi sanatsal ürünler vermeye çalışmakta. Günümüzde, işte biraz önce yukarıdaki sorduğunuz sorunuzda da tartıştığımız “sanatçının kendi “Cumhuriyetini “kurması ve özsever oluşu” daha çok bundandır: kuramsal yetersizlik ve sanat bilincinin yokluğu. Bu nedenle herkes kendi duygusunu, esinini ve ortaya çıkardığı yaratısını önceliyor ve değerli görüyor, çünkü yaptığı işe ilişkin kazanılmış derinlikli entelektüel bilinç yok ortada! Olmayan bilinç, doğal olarak, nesnel değil, öznel bir değerlendirmeye yol açacaktır.

Yani kısaca söylemek gerekirse sanatçı içinde bulunduğu politik, kültürel ortamı anlamak, gelişen yeni koşulları tanımlamak, eleştirmek ve gerektiğinde en tutarlı tavrı koyabilecek bir birikime sahip olmak durumundadır ki nitelikli sanatsal üretim yapabilsin.

Mustafa Güçlü: Kimileri dergileri edebiyatın mutfağı olarak değerlendiriyor. Kimileri de piyasadaki dergilerin içerik bakımından aynılaştığını ve bir yayın politikasına sahip olmadıklarına vurgu yapıyor. Bir röportajınızda Yeni Gelen Dergisi süreci sonrası, ortaya çıkan anlayış farklılığı yüzünden yollarınızın ayrıldığını belirtiyorsunuz. Bir parçası olduğunuz dergi sürecinde yollarınız neden ayrıldı? Sizce piyasadaki boşluğu dolduracak nitelikli bir kültür edebiyat dergisinin yayın politikası nasıl olmalıdır?

Sinan Abuzer AKDAĞ: Geçmişte çok sınırlı sayıda, nitelikli, mutfak sayılabilecek dergi varken, günümüzde buna rastlamak hemen hemen olanaksız gibi. Günümüz dergilerinin – taşrada ve birkaç tane de büyük şehirlerde olan amatör birkaç dergi dışında- büyük bölümü sermaye ile ilişkili medyanın sahip olduğu yayın organı durumundadırlar. Dergicilikte çok önemli olan dağıtım ağları da bunların kontrolünde olduğundan, tanıtım, reklam ve dağıtım ağlarının parçası olmak büyük sermaye gerektirmektedir. Gerek rekabetçi yaklaşım gerekse Neo-liberal politikalarla olan ilişki nedeniyle, günümüzün piyasa dergileri, sanatsal nitelikten çok kazançları ve egemen ideolojiye hizmetleriyle ilgilidirler. Bunların sanata ya da sanatçıya katkıda bulunmaya ilişkin bir kaygıları yoktur, olamaz da! Daha çok amaçları için araç olarak kullanabilecekleri sanatsal ürün ve sanatçıya gereksinimleri vardır.

Yeni Gelen dergisinden ayrılma sürecine gelince, ayrılma gerekçelerimize ilişkin o tarihlerde yayınladığımız açıklama ve o açıklamadaki ana başlıklar bu ayrılma gerekçelerimize ve bir derginin yayın politikasının ne olmasına ilişkin bize fikir verecektir. O bildiri de biz şöyle demiştik:

“Yeni Gelen dergisi toplumcu değerleri sömüren, ezilenlerin insanlaştırılmasına yönelik mücadele pratiğinin her an yeniden üretilmesine düşmanca yaklaşan ve burjuva adına yönetenlerin gönüllü savunuculuğunu toplumcu değerleri alet ederek yapmaya yönelen bir yayın ve etkinlik olmaya evirilmiştir.”

Sonrasında ise belirli başlıklar haline eleştirilerimizi sıralamıştık. O eleştiriler başlık olarak şöyleydi:

  1. Kendini insanlığın güzelliğine adama iddiasında olan aydınlar ve sanatçılar yazılarını gerçekliğin açığa çıkarılması ve harekete geçirici edimler yaratma etkinliklerini sağlayacak tavırla yazarlar.
  2. Aydınlar ve sanatçılar toplumsal sorunlara ve ezilenlerin bilinçlendirilmesi ve aydınlatılması aracı olan sanatsal üretim araçlarını kendi bireysel amaçları için kullanmazlar.
  3. Aydınlar ve sanatçılar ülkelerinin zor dönemlerinde sorumluluk üstlenir ve demokrasi güçleri ile dayanışma ve birliktelik koşullarını sonuna kadar zorlarlar, eşit yurttaşlık ilkesini savunur, hâkim etnik kimlik örgütlenmelerinin tekçi yaklaşımlarını reddeder, var olanların da yanlarında yer almazlar.
  4. Aydınlar ve sanatçılar, küçük burjuva beklenti ve çıkarlar amacıyla yazılar ve sanatsal ürünler ortaya koymazlar. Kendilerinde bu türden beklentileri oluşturacak ve sekterliğe neden olacak etkinliklerle aralarına mesafe koyarlar.
  5. Gerçekçi aydınlar ve sanatçılar kolektif çalışmalarda kolektifin çıkarlarını önceler ve hiçbir koşulda bireysel egolarını ve beklentilerinin tutsağı olamazlar.
  6. Aydınlar, sanatçılar özellikle de önderlik iddiasında bulunanlar, eleştirilerden korkmaz, onlarla yüzleşir ve sorunların demokratik ortamlarda tartışılmasından kaçmaz, çözümü ve birlikteliği sonuna kadar zorlarlar.
  7. Aydınlar, sanatçılar önderler kolektif çalışmaların olumlu sonuçlarının ortak emek ürünü olduğunun farkında olur ve kendilerine mal etme gibi küçük burjuva sekterliği bataklığına düşmezler.

Bu sıraladığımız genel kuralların, altına detaylı bilgiler ve örneklemelerde koymuştuk elbette, ancak burada onları sıralamak ve anlatmak söyleşinin yönünü değiştireceğinden isterlerse okuyucuyu aşağıdaki linke giderek o bilgilere ulaşabilir.

 (http://sanatvetoplum.org/index.php/2018/07/18/yeni-gelen-dergisine-iliskin-zorunlu-bir-aciklama/)

Genel olarak sıraladığımız ilkeleri koruyan ve gereğini yapan her kolektif çalışmanın başarılı olacağına inanıyorum. Buna dergi çalışmaları da dâhil. Olgunlaşmış ve egolarından sıyrılmış insanların işidir bu türden toplumsal amaçlı çalışmalar! Özellikle de bu çalışmalara önderlik yapacak kişilerin küçük burjuva sekterliklerinden sıyrılmış ve insanlaşmış olmaları gerekmektedir.

Mustafa Güçlü: Şiir yarışmaları ve ödüller üzerinden sürekli gündemden düşmeyen tartışmalar yürütülüyor. Bir kısım sanatçı şiir yarışmalarını kökten reddediyor, bir kısımsa kural ve ilkelerinin iyi belirlenerek adam kayırmacılığın önüne geçilmesini yeterli görüyor. Bu bağlamda şiir yarışmaları ve ödüller konusundaki düşünceleriniz nedir?

Sinan Abuzer AKDAĞ: Yarışmalar ve bu yarışmalarda verilen ödülleri tümden reddetmek gerekiyor. Bu durumun yumuşak geçişi ya da ara çözümü yoktur, olamaz da; ancak sanatçıların ürettikleri ürünlerin değerini görmeye ilişkin bir gereksinimleri de vardır.  Bu gereksinimi karşılayacak çözümler üretmek gerekiyor. Bazılarının söylediği gibi, “sanatın gerçek değerini halk belirler” ifadesi de konuya oldukça sekter yaklaşmaktır. Sanatçının sanat bilincinin olması ve bu bilinçle sanatsal yaratılar yapması gerektiğini söylediğimiz bir toplumsal yapıda, sıradan insanlar nasıl belirleyecekler bir yapıtın gerçek değerini?  Sanat eğitiminin hemen hemen hiç olmadığı, sanatın kendisine bile karşı olunan, yıllardır tüketilmek ve yok edilmek istenen, çok az iyi sanatsal örneklerle karşılaşılan ve özellikle de günümüzde post modern bir anlayışla şekillenmiş sanat beğenisinin bulunduğu bir ülkede, halk nasıl anlayacak hangi ürün nitelikli, hangisi değil?

Bireyci, yani varoluşçu, sanat anlayışı ise toplumu, toplumsal sorunları ve bireyi içinde yaşadığı toplumsal sorunlar gerçekliğinin bir birey olarak değil de, onu bütün bu ilişkilerinden yalıtarak ele alan sanat anlayışıdır.

Neyse, tekrar yarışmalara ve ödüllere dönecek olursak, söylemem gerekir ki ödüller için yarışmalara katılmak bilinçsiz,  alternatif çözümleri üretemeyenlerin ya da tavrını egemen sanat anlayışı post- modern sanattan yana koyanların deneyledikleri bir tercihten öte piyasanın dayattığı bir zorunluluk gibi görünüyor. Çünkü ürettiği ürünü kabullendirmeyi ve değerini görmeyi böyle sağlayabiliyor ya da ürünün ancak böyle değer bulduğunu düşünüyor pazar-piyasa ilişkilerinin hâkim olduğu sanat alanında. Bu bakış açısını değiştirmek gerek! Oluşmuş bu kanının değişmesi, yukarıda söz ettiğim gibi alternatif sanat etkinlik ve değerlendirme çalışmalarıyla üretilecek çözümlerle olanaklıdır. Böylesi bir çözümün kalıcılığı ve sürekliliği gibi bir zorunluluğu ve yeni ortaya çıkan ürünlerin düzenli bir biçimde sanatsal değeri ve kabul edilebilirliğinin ne olduğunun belirlenmesi gerekiyor. Bu durumda daha derli toplu ve sanatsal değeri olan ürünler kitlelere ulaşacak ve bugün duyumsadığımız kaygıların daha uzağında olunabilecek ve toplumsal bir beğeni de oluşturulabilecektir. Bunun başarılması çabasının gerçekçi eleştirmenlere büyük bir yük bindireceği ve sorumluluk almalarını gerektireceği gün gibi açık. Tek tek sorumluluk üstlenen sanatçı ve eleştirmenlerle böylesi bir sonucun başarılması oldukça zor bir sonuç. Bu nedenle gerçekçi sanatçı ve eleştirmenlerin belirli çatılar altında bir araya gelmesi ve bir imecenin ülke genelinde örgütlenmesi ön koşul gibi görünüyor.

Mustafa Güçlü: “Toplumcu Gerçekçi Şiir” günümüzde toplumsal mücadelenin gerilemesiyle de görünür hale gelmekte zorlanıyor. Yayıncılık piyasasını sermaye gruplarının yönlendirdiği ve desteklediği iklimde kendine yeniden alan açmaya çalışan “Devrimci Gerçekçi Şiir” nasıl alternatif hale getirilebilir?

Sinan Abuzer AKDAĞ: Öncelikle şunu belirtmek isterim; “Devrimci Gerçekçi Şiir” tanımlamasını doğru bulmuyorum. Eğer bununla “Politik Şiir” demek istiyorsanız, onun da çok doğru bir tanımlama olduğunu sanmıyorum. Şiir ya da genel anlamda sanat değiştiren, dönüştüren özelliği ile zaten devrimcidir, olmak zorundadır. Bu özelliği şiirin olmazsa olmaz özelliğidir. Bu işlevin aksini iddia edenler, şiire farklı anlamlar görevler yükleyenler şiiri özü gereği var olan özelliklerinden uzaklaştırmak isteyen egemen güç yanlılarıdır. Tarihsel olarak var olan bu değiştirici-dönüştürücü gerçeklik, her zaman, yönetenlerin ilgisini çekmiş ve bu özelliği nedeniyle egemenliklerinin kalıcılığını istediklerinde her olasılıkta, genelde sanatı, ama daha çok şiiri kullanmak için gereğini yapmışlardır. Şiirin bu etkileyici işlevi anlamında “Politik Şiir” de farklı bir şiire değil, aksine değiştiren dönüştüren şiire tekabül eder, çünkü her şiir aynı zamanda politiktir ve bir bildiri içerir.

“Toplumcu gerçekçi” şiirin bugün ki durumunun toplumsal mücadelenin gerilemesinden çok,  şimdiye kadar bu söyleşide konuştuğumuz konularla ilişkisi var. Toplumcu gerçekçi geleneğin, toplumsal mücadelenin yaygın ve güçlü olduğu dönemlerde de toplumcu şiir geleneği çok güçlü değildi, sadece toplumsal duyarlılıktan dolayı oluşan yoğun bir ilgi vardı. Bunu iyi anlamak için eleştiri geleneğine bakmak gerekiyor. Türkiye sanatı geçmişine baktığımızda  “Toplumcu Gerçekçi”       eleştiri geleneğinin yetiştirdiği eleştirmen sayısı bir elin parmağı kadar değil; bunların birçoğu da bugün yaşamıyor ve geriye kalmış kitapları –oldukça değerli buluyorum- dışında devrettikleri bir gelenek ve yetiştirdikleri kimse de yok! Bunun en güzel kanıt, 12 Eylülün hemen sonrasında sanat alanına hâkim olan “İkinci Yeni” sanatçıları, post modern sanat anlayışı ve bu anlayışta olan eleştirmenler ve sanat direktörleridir. Hatırlarsanız, bu dönem sonrası, gerçekçi sanatçılar post modern kuşatmaya karşı bir direniş bile örgütleyemediler. Bu durumun tek sorumlusu darbe sonrası oluşan iklim değilgerçekçi sanatçı ve eleştirmenlerin bir gelenek oluşturamamış olmaları ve en ufak bir rüzgârda savrulmalarıydı. Yaklaşık 40 yıldan fazla bir süre ben ve benim gibi düşünenlerin hala bu geleneği bırakın oluşturmayı, yaratmayı, varlığını yeniden insanlara hatırlatmayı ve “sanatın farklı bir şey” olduğunu ve post modern sanat anlayışının aslında tümüyle tahrif edilmiş “sanatın yeniden üretilmesi” olduğunu anlatma çabası bundan değil mi?

“Gerçekçi Şiirin” alternatif olması ideolojik olarak güçlü oluşuna, post-modern sanat karşısındaki kararlı duruşuna, kitlelerle ve diğer sanatçılarla, bir önceki soruda belirttiğim gibi, güçlü bir “Gerçekçi Eleştiri” sürecini başlatıp yaygınlaştırarak kalıcı bir geleneğin oluşturulmasına bağlıdır.

Mustafa Güçlü: İçe dönük bireysel sanat anlayışına karşı bu gidişattan hoşnut olmayan devrimci sanatçılar birlikte hareket etmenin zeminini yaratabilir mi? Yani bir karşı duruşun işaret fişeği sayılacak bir karşı oluş hali inşa edilebilir mi?

Sinan Abuzer AKDAĞ: Ben bu soruyu “bireyci sanat anlayışı” karşıtı bir mücadele olarak görüyorum.  Her sanat yapıtı onu yaratandan dolayı aynı zamanda bireyseldir, çünkü bir toplumun ortaklaşa ortaya çıkardığı hiçbir şiir yoktur. Bireyci, yani varoluşçu, sanat anlayışı ise toplumu, toplumsal sorunları ve bireyi içinde yaşadığı toplumsal sorunlar gerçekliğinin bir birey olarak değil de, onu bütün bu ilişkilerinden yalıtarak ele alan sanat anlayışıdır. Bu anlayışla post modern sanat örtüşürler. Bu nedenle bunlara karşı verilen mücadele de örtüşür. Bunlara karşı mücadelenin salt devrimcilerle değil gerçekçi bütün sanatçıları ve eleştirmenleri içine alacak bir karşı oluş ile yapılması gerektiğine inanıyorum. Bu mücadele aynı zamanda demokrasi mücadelesiyle de örtüşür ki her koşulda çözümü güçlü kararlı bir bilinçlenme sürecinden geçiyor. Yani kısaca haklı olduğumuzu bildiğimiz bir sorunu çözebilmek için, işimizi iyi yapmamıza yarayacak bir perspektife sahip olmak için, iyi bir kuramsal donanıma sahip olmalıyız.

Mustafa Güçlü: Son söz olarak neler eklemek istersiniz?

Sinan Abuzer AKDAĞ: Son söz olarak şunu söyleyebilirim: Son yıllarda post-modern sanat anlayışı karşısında belirgin bir bilinçlenme ve karşı duruş gözlemliyorum. Bunun zamanla daha çok gelişeceğine ve başarısının da hızlı bir bilinçlenme sürecinde, entelektüel bilinçten geçtiğine inanıyorum. Başaracağız!

(1) http://sanatvetoplum.org/index.php/2021/02/23/kitle-kulturu-sanat-ve-sanatci/

About Sinan Abuzer Akdag

80'li yıllarda Tiyatro ile sanat yaşamına adımını atan Sinan Abuzer Akdağ, 90'lı yıllarda "Eğitimde Perspektif" adlı dergide yazmaya başlamış ve bu arada şiirler yazmıştır. Sonraki yıllarda şiirlerini "SelamEttin Yalnızlığında Ölümün" ve "Genel'e Açık Aşk" adlı kitaplarda toplamış ve yayınlamıştır. Halen Sanat ve Edebiyat yazıları yazmaktadır.

Check Also

Toplumsallık illüzyonları

Burjuva toplumda birbirleriyle ancak metalar aracılığıyla ilişki kurabilen yalıtık bireyler, meta mübadelesinin yapıldığı pazarda kof …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

PHP Code Snippets Powered By : XYZScripts.com