ÇANAKKALE CEZAEVİ TÜNELİ
“Depo duvarını delme işi yatınca, tünel kazmaya karar verdik. Ancak bizim kaldığımız koğuş, tünel kazma işine uygun değildi. E Tipi Cezaevlerinin bir dışarı bakan koğuşları, bir de içeriye maltaya bakan koğuşları vardır. Biz içeri, maltaya bakan D-1 koğuşundayız, Mehmet Değeryurt var, Celal var, ekip sağlam. Hemen hazırlıklara başladık.
(…)
Hemen ertesi gün Mehmet Değeryurt’la oturduk bir karar verdik. Hem koğuşu değiştirmemiz gerekiyordu, hem de koğuşta kalacak insanları. Kadın koğuşunun yanı başında yer alan B-1 koğuşunda karar kıldık. Gülo ile açık görüşmeye çıkarken gözüme kestirmiştim o koğuşu.
Mehmet Değeryurt’la beraber bıçakları koyduk belimize, müdüre çıktık. “B-1 koğuşunu istiyorum,” dedim. Müdür, “orası kadın koğuşunun yanı,” dedi. Bak dedim sen biliyorsun benim tavrımı, kadınlar ikiye ayrılır, bir benim sevdiğim kadın, bir de diğerleri. Benim diğerleri ile işim yok. “Senin o konudaki dürüstlüğünü biliyorum, ama olmaz,” dedi. “Olmazı yok bu işin,” dedim. Mehmet’le beraber bıçakları masanın üstüne koyduk, “valla cinayet çıkar,” dedim. “Ben o koğuşta kalmayacağım, bana o koğuşu açacaksın, kalacakların listesini ben yapacağım,” dedim. “Kaldırın şunları,” dedi, “başım belaya girecek, gardiyan görecek rezil olacağız.” Kaldırdık. Nasıl geçirdiniz bunları detektörden, idareye gelirken aramadılar mı sizi diye şaşkınlığını ifade etti. “Ve tamam, istediğiniz gibi olsun”, dedi. Mehmet çok delifişek bir adamdı. Ve o adam yıllarca benim ensemden ayrılmadı, beni vurmasınlar diye. Olay olurdu adeta yapışırdı bana. Beni uykuda vurmasınlar diye, ben uyurken o uyumazdı. Öyle bir dostluğumuz vardı onunla.
Mehmet’e dedim ki, biz bu tüneli cezaevinin yan duvarlarından kazamayız. Kazacağımız tek yer ön taraf. Bu arada çek senet davasından bir mühendis geldi. Çek tahsilâtından. Ben ona gittim, “geçmiş olsun bilader, nasılsın iyi misin?” dedim. Çanakkale Belediyesi’nde mühendismiş, adamla sohbet ediyoruz, “bu Çanakkale’nin kanalizasyon tertibatı nasıl, iyi mi?” dedim. “Reşat Tabak güzel çalıştı mı?” dedim. “ O zamanlar, ben kanalizasyon ekibinin başındaydım, kanalizasyon cezaevi önünden iki yüz metre ileriye gidiyor,” dedi. Adam benim hangi amaçla sorduğumu bilmiyor. Adamla şehircilik konusunda fikir teatisinde bulunuyoruz. “Yalnız ucu cezaevinin yakınında kapalı, ilerde şehir büyür diye, biz buradan iki yüz metre ileriye kadar bir metre çapında künk döşedik, aç kapa yapmayalım diye, buradan kapağı kaldırdık mı, kanalizasyon tertibatı çalışacak,” dedi. Bunu da öğrenmiş oldum. Yani tünelin önemli bir kısmı hazırdı, önemli olan o künklere ulaşmaktı.
Tabii B-1 koğuşunu aldıktan sonra, bir yandan badana boyasını ile uğraşırken, ben liste hazırlamaya başladım. otuz beş kişi buldum koğuşa. Ancak yüz kişilik B-2 koğuşunun B-1 koğuşunun içerisinden gelip geçtiğini gördüm. (…) B-2 koğuşuna da müebbetlikleri idamlıkları seçip doldurduk. Toplam 65 kişi olduk. Ekip sağlam.
Önce bir komite kurduk, var olan siyasetlerle komite oluşturuldu, işin başında bir takım ilkeler saptadık. Hiç kimse örgütüne haber vermeyecek. Dışarıda bizi taşıyacak olan hangi örgüt olacaksa, bir tek o örgütün haberi olacak. Para kaynakları konusunda kimin gücü yetiyorsa, o para desteği sağlayacak, sebebini açıklamayacak.
İşe başlamanın zamanıydı. Zeminden giriş deliği açmak için testere gerekiyordu. Marangozhanede Salihli İGD den Ahmet’in testeresi vardı, onu yürüttüm. Ahmet de riski göze alarak ses çıkarmadı. Önce kazmaya nerden başlayacağımızı saptamamız gerekiyordu. Tuvaletteki lavabonun altından kazmaya karar verdik. En büyük sorun, çıkan toprakların nereye atılacağı idi. Kalorifer sisteminde, tamir için bırakılan boşluklar aklıma geldi. O boşluklar toprak koymak için ideal bir yerdi. Kalorifer boruları yandan değil, aşağıdan tabanı delerek geliyorsa orada boşluk var demektir. Bizim kalorifer borularına baktım, betondan aşağı iniyor. Elimle tabana vurdum, tok bir ses geliyor, tamam aşağısı boşluk. Baktım, borular patladığında tamir için girmeye yarayan kapak da koymuşlar. Toprakları nerede saklayacağımız belli olmuştu.
Biz koğuşta ekibi tamamladık, 45 kişi tünel işinde görev alacaktı. 45 – 50 günde ağaç testeresinin ucuyla 24 saat nöbetleşe çalışarak mozaik zemini kestik, peynir kalıbı gibi çıkardık. Tünelin giriş deliği hazırdı. Zeminden keserek çıkardığımız kalıbı kapak olarak kullanacak, deliği kamufle edeceğiz. Ancak altta tünel boşluğu oluşacağından, kapağın üzerine vurulduğunda, anlaşılmaması gerekiyordu. Onun için kapağın altını betonla kalınlaştırmaya karar verdik. Bunun için çimento lazımdı. Bahçede beton bir yeri kırdık, müdüre, “burası kırılmış, çimento getirelim de sıvayalım,” dedik. Çimentonun bir kısmını kırık yere sürerken, fazlasını kapak için kullandık.
Koğuşun tuvaletindeki lavabonun altından girip, yedi metre iç maltanın tabanını deliyoruz. Yedi metre toprak kazdık. Bu yedi metrelik toprağı çıkardık, toprağı kaybetmek lazım, içerde üst koğuşa duvar ördük. Ondan sonra kapının altından en dipteki ana maltanın beton kirişini delmek gerekti. Beton kiriş delinirken hem ses yapıyor, hem de binayı sallıyordu. Gardiyanlar şüphelenmesin diye, meşin top aldık. Aşağıda betona vurulurken, top oynayan arkadaşlar da topu bam güm duvara vuruyordu. Bu arada ben de gardiyanları meşgul etmek için öğlen yemeğine ya da dışardan baklavasına tavla oynuyorum ve hep kaybediyordum. Kaybedeceksin ki, oynamaya devam etsinler. Arada bu ses nereden geliyor diyor gardiyan, bizim arkadaşlar top oynuyor diyorum. “Bunlar topçu değil ki, oynamasını da bilmezler,” deyip gülüyorlar. Ara sıra top oynayan arkadaşlara çok ses geliyor diye bağırıyorum. Aslında aşağıdakilere sinyal veriyorum çok ses geliyor diye.
Ara temeli, ana maltanın altını baştanbaşa deldik. Üst koğuşa duvar ördüğümüz yedi metrelik toprağı da oradan geçirip, kalorifer boşluğuna taşıdık. B-1 koğuşundan D-10 koğuşuna kadar, on tane koğuş var, on koğuşun altındaki mesafeyi boruların üstünden sürünerek taşıyorduk, o toprağı. Boruların üstü hep elyaf. Arkadaşlar çıplak giriyor tünele, o elyaflar kaşıntı yapıyor. Ben kapıda duruyorum, ellerine birer çakmak veriyorum. Arıkovanı gibi çalışıyorduk.
Ana maltanın altı kazıldıktan ve topraklar kalorifer boşluğuna taşındıktan sonra, esas hedefe doğru yöneldik. Bu arada ekiplerin bir kısmı sürekli sigara paketlerindeki jelâtinlerden kablo üretiyordu. Kablolar naylonla sarılıyor, tavanda monte ediliyor, böylece havalandırma borusu yapılıyordu.
Bu arada ağabeyim her hafta ziyarete geliyordu. Sırtında deri ceketi vardı. “Ağabey bu deri ceket bana lazım,” dedim, ceketi sırtından aldım. “Gelecek hafta bana dikişsiz ceket getir, dedim. Ağabeyim üç tane daha ceket getirdi. “Ne yapacaksın bu ceketleri?” diyordu abim. Nerden bilecekti o dikişsiz deri ceketlerden körük yapıp, tünele hava pompalayacağımızı.
Tünelin kapağı açıldığında buram buram toprak kokusu geliyordu. Gardiyan mazgalı açtığında, o toprak kokusunu hemen alırdı. Bu toprak kokusunu, dünyanın en güzel kokusunu engellememiz gerekiyordu. Mehmet Değeryurt’ a görev verdik, kapak açıldıkça pipo içecekti. Piponun tütün kokusu toprak kokusunu bastırabilirdi. Sadece tünele girenlere özel yemeklerin bulunduğu bir dolap oluşturduk. Dolapta en çok yoğurt vardı.
Gavur Ali vardı, Dev-Sol’dan, o da kapakçıydı. Tünelin içindekiler çıkıp, kapak tekrar yerine konduktan sonra, kapağın üstüne mozaik taşları yapıyordu. Sigara külünden, beyaz boyadan mozaik deseni yapıp kapağı kamufle ediyordu. Gâvur Ali dört ayaküstünde iki saat çalışıyordu her seferinde, bir hattat gibi ince işçiliği vardı.
İnce ince düşünüyor, profesyonelce hareket ediyorduk. En küçük bir açık bile vermemek için, en ince ayrıntılara bile dikkat ediyorduk. Tünele giren arkadaşların üzerinde hiçbir toprak kalıntısı, kokusu kalmaması gerekiyordu. Herkese eldiven veriyorduk. Tırnak kontrolü yapıyor, kutu kutu krem alıyorduk. Tünelden çıkanlar banyosunu yapıyor, tırnaklarını temizliyor, ellerini kremliyordu. Herkesin eli pamuk gibi olmalıydı, tırnak aralarındaki toprak, ellerdeki nasırlar bizi ele verebilirdi.
Tünel derinlere doğru gittikçe, su çıkıyor, rutubet oluyor, arkadaşların elbiseleri yapış yapış oluyordu. Elbiseleri temizlemek de sorun oluyordu. Öyle olunca herkes anadan doğma girmeye başladı tünele. Orada çıplakmışsın, giyinikmişsin kimse düşünmüyor, bir an önce kazalım çıkalım diye düşünüyor. En doğal halimizle, en doğal hakkımız için, özgürlüğümüz için çalışıyoruz. Sekiz buçuk ay sürdü bu çalışma.
(…)
İt Durmaz Tepesi’ndeyiz, sıfıra ineceğiz. 68 metrelik bir irtifa var, varacağımız noktaya. Doğrudan inemezsin, o seviyeye. On metre gidildikten sonra kocaman bir oda kazılıyor. O odanın dibinden bir beş on metre daha iniliyor aşağıya ve bir oda daha kazılıyor. Su kanalları gibi bir yöntemle adım adım, merdiven şeklinde ilerliyoruz.
Bu yöntemle tam altı tane odamız oldu. Her oda ortalama 20 – 25 kişi alacak büyüklükte. Bir de topraktan yapılma oturma yerleri var odaların, işçilik sağlam. Kimse çarpılmasın diye, elektrik kablosuyla, hava boruları yukarıdan geçiyordu.
Bu arada Garbis Altınoğlu’ndan söz etmem gerekir. O da bizim koğuşta idi. Garbis çok yoğun işkence gören bir arkadaşımızdı. Herkes saygı duyuyordu, deli fişek bir adamdı. Tutturdu, “ben de tünele gireceğim, bu devrimci görevdir,” diyordu. “Yapma hoca herkesin bir görevi var, sen tünele girmesen de olur, tünele girecek olanlar belli,” diyorum ama dinletemiyordum. Kendimi örnek veriyordum, bak ben de tünele girmiyorum, çünkü her gün idareyle yüz yüzeyim, adamlarla el sıkışıyorum, tokalaşıyorum. Benim suratımın sarılığı bile adamları kuşkulandırır. Elimin sertliği bile adamların dikkatini çeker. Bir de adamlar sürekli beni görmeli, çünkü herkes Necdet Ayma nerede diye geliyor. Dolayısıyla bizim karşılama törenleri bana ait olduğundan ortadan kaybolamam. Ne kadar anlatsam da dinletemedim, Garbis, “illa tünele gireceğim,” diyor, “tamam, sen de gir,” dedik.
* * *
Bir akşam TV de Arabesk filmi oynuyor. Saat gecenin onbiri, olmadık bir saatte kapı açıldı, müdürler, başgardiyanlar cümbür cemaat içeri geldiler. Aşağıda da altı kişi çalışıyor. Hemen içeriye sinyal verildi. Kapağın altına gelin, çalışmayı durdurun diye. Arkadaşlar kapağın altında bekliyor, çünkü en rahat oksijen orada var. Körük çalışmıyor, açıyorlar borunun ağzını, oradan hava geliyor.
Oturuyoruz, cümbür cemaat arabesk filmini seyrediyoruz, hemen özel dolaptan yiyecekleri, boğma rakıları servis ediyoruz. Ben de müdürlerin yanında oturuyorum. Şener Şen’in o ünlü Arabesk filminde de, “bunlar siyasi, bunların kurtuluşu yok, ha bire tünel kazıyorlar,” dedikleri sahne oynuyor, tünelden şapkalı, yağmurluklu adamlar çıkıyor. “Aynı bizim gibiler,” dedim ben. Herkes bir an dondu kaldı. “Nah kazarsınız,” dedi müdür, el işareti de yaparak. “Bu hapishanenin altı kaya, zaten kazılmaz,” dedi. Espri yaptık geçtik. Ama herkes gergin.
(…)
Tabii bu arada eşime bir şey söylemiyorum ama her gelişinde, “ben bu cezayı yatamayacağım,” diyorum. En sonunda o da, “eğer kaçabiliyorsan, kaç,” dedi. Son hafta söyledim, “biz bu hafta kaçıyoruz,” dedim. Artık bütün hazırlıklar tamamdı. Mektupları bile kontrol ediyoruz. Mektuplar kontrolsüz çıkmıyor koğuştan. Görüşlerde tam kapağın üstüne çay ocağını koyduk, açık görüşler koğuşta yapılıyordu. Görüşmecisi gelmeyen iki kişi orda duruyor, onlar tuvaletten beriye gelmiyordu. Çocuğun biri girer oynar, deşer sağı solu, tünel kapağı ortaya çıkar diye, korkuyorduk. O kadar ince ayrıntıları hesaplıyoruz. Örneğin biri kart göndermiş, kaçtıktan sonra başı derde girmesin diye kartları yakıyoruz, fotoğraflar varsa fotoğrafları yok ediyoruz.
Kaçış günü, tünel giriş sırası saatleri, tek tek belirlendi. Akşam sayımından sonra, sekizde tünele girmeye başlayacağız, gece saat iki gibi altmış beş kişiyi boşaltmayı planladık. Bir kişi sürekli hava pompalayacak. Tünele girdikten sonra yaklaşık yetmiş seksen metre tünelde emekleyerek ilerleyeceksin, sonra küngün içinde iki yüz metre sürüneceksin. Hepsinin hesaplarını yaptık. Son adam çıkana kadar gecenin ikisi olacak.
Tünelden çıkanlar onar kişilik gruplar halinde arabalara bindirilip, götürülecek. Dışarıda bir tekne ve iki tane Zodyak bot var. Yunanistan’da bir kişi hazır bekliyor. Son gün komite toplandı girelim mi diye. Son küngü de deleceğiz ve tünel yarına, yani büyük güne hazır olacak. Ben girmeyelim dedim, çünkü hastaneye giderken, köpek tünelin çok yakınında havlıyordu.
En son gün, kaçacağımız gün, akşamüzeri müdür camı açtı, “Ayma ne haber? Nasıl gidiyor tünel?” diye bağırıyor, belli ki sarhoş. “Valla iyi gidiyor, yarın gidiyoruz,” dedim. Yine karşılıklı el hareketleri, gülüşmeler, ama içim de pır pır etmiyor değil.
Gece oldu, saat iki buçuk üçe doğru ben yoruldum, Mehmet kaldı. Mehmet mazgalın altında pipo içmeye devam ediyor. Karşıdan biri alarm verdi, alarm deyince Mehmet fırladı, “kalk dedi, tünel yakalandı.” Aşağıda altı kişi var, Erdoğan, Oktay ve adları aklımda olmayan dört kişi daha. Kaçışa bir gece kala alarm verilince, hemen giyinip kapıya yürüdüm. İkinci kat merdiveninden içeriye bir dolu silahlı asker girdi, ellerinde balyozlar sayım var, diyorlar. “Biz sayım mayım kabul etmiyoruz, adam asmaya geldiniz, size idamlık vermeyiz, hepimizin ölüsünü çiğnersiniz, ama kimseyi alamazsınız,” diye bağırdım. Zaten müdür beni bir gördü, rahatladı. “Ayma buradaysa herkes buradadır,” dedi. Müdür içeri girdi, “Ayma!” diye bağırdı. “Buradayım, ne oldu?” dedim. “Tünel var, tespit ettik,” dedi. “Psikopatsın sen, tünelle yemişsin kafayı, tünel psikopatı,” diye çıkıştım müdüre.
Merdiven başında dikeldik, askerleri içeri sokmuyoruz. Bu arada komutan, “hepinizi öldüreceğim, ölünüzü sayacağım, böyle bir yetki aldım, silahlı askerleri boşuna getirmedim buraya,” diye bağırıyordu. Biz saydırırsın saydırmazsın tartışması yaparken, bu arada bir arkadaş gitti, tüneldeki altı adamın yerine, arka taraftaki Dev-Yol koğuşundan altı kişi alıp, üst kapıdan içeriye getirdi. O zaman, “tamam, ama gardiyanlar içeri girmeyecek, sadece askerler sayacak,” dedim. Çünkü gardiyan kimin hangi koğuşta olduğunu biliyor. Asker ise kelle sayacak. Gerçekten öldürmeye geldiklerini hissettim. “Tamam,” dedi komutanları, “saymaya başlayın!” Birinci mahkûm benim kapıda, başladılar saymaya. Komutan, “değeceksiniz, elinize gelecek adam, canlı olduğunu hissedeceksiniz, kurcalayacaksınız sağını solunu, insan mı maket mi belli olacak,” diye bağırıyordu, askerlerine. Böyle sayıldık. Sonuçta mevcut tamam tekmili ile rahatladım.
Onlar gidince, biz tüneldeki altı arkadaşı içeriye aldık, tünelin kapağını yine kaymak gibi ördük. Kapağı o kadar güzel açmışız ve alttan o kadar güzel desteklemişiz ki, balyozla her santimetrekareye vurdular kapaktan ses çıkmadı. Kapak öyle güzel, sanat harikası bir kapak. Gece saat üç buçukta, ikinci bir defa geldiler. Bu kez isim yoklaması yapacağız dediler, tamam dedik. Nasıl olsa tüneldeki arkadaşları içeri almıştık.
İsim yoklaması da tamam, komutan saçını başını yoluyor. Madem herkes burada, aşağıdaki gürültüyü yapan kimdi diye söyleniyor. Meğer askerin biri sigara içmek için nöbet yerini terk ediyor. Sigara içerken, aşağıdan güm güm ses gelince, panikliyor. Erenler geldi galiba deyip, komutana haber veriyor. Komutanı geliyor dinliyor, “aşağıyı deliyorlar,” diyor. Panikliyorlar, alay komutanı, savcı gelmiş, yer altından gelen sesleri dinlemişler. Cezaevinin etrafını sarmışlar panzerlerle, askerler tek sıra çevirmiş bütün cezaevinin etrafını. İçeriye alarm veriyorlar, silahlı askerler içeriye giriyorlar. Tünelin girişini bulmak için, sabah saat yedi buçuğa kadar hapishane içinde balyozla vurmadık yer bırakmadılar. Ertesi gün o gürültü gelen yere kepçe gelmiş. Bizim tünelin çıkış deliği ortaya çıkmış. Savcı, “Ayma, tüneli verecek misiniz, yoksa içeri girip sizi talan etsinler mi?” dedi.
Komiteyi topladık, tünelin ağzını bulmuşlar, kapağını istiyorlar. Kapağını da vereceğiz zorunlu olarak. Bu işi kimlerin üstleneceğine karar verdik. MLSPB’ den Mehmet Bozbay, Hüseyin Taşkın, Dev-Sol’dan Ayhan Tural, İbrahim Yalçın Arıkan, DHP’den Garbis Altınoğlu ve bir arkadaşı, Dev-Yol’dan iki kişi ve HDÖ’ den de iki kişi ve Otonom grubundan Salim Taş isimlerini tespit ettik. Bunlar tünel kazma suçunu ve cezasını üstlenecek. Altı siyasetten on bir kişi, hepsi de idamlık. Sonra, “tamam,” dedik, “gelin bakın kapağa.”
Komutan bana, “aç kapağı,” diyor, ben dönüyorum bir arkadaşa, “aç,” diyorum. “Sen niye açmıyorsun,” diyor komutan, “herkesin bir işi var burada, buranın komutanı benim, sen komutanlığını burada sökmez,” diyorum. Kapak açıldı. İçeri girmeye korkuyorlardı. Komutan, “ bubi tuzağı var mı?” diye sordu. “Biz kalleş adam değiliz,” dedim. Bir gardiyan girdi içeriye, onun anlattıklarından tünelin krokisini çıkardılar. Körükleri buldular. İki körük yapmıştık, harika körükler, iyi hava veriyorlardı içeriye. İkisi de Ahmet Ayma’ nın ceketlerinden mamul.
(…)
Savcıya ifade veriyoruz, “savcı tünel kazılırken, siz ne yaptınız?” diye soruyor. “Valla biz görmedik, arkadaşlar kazmış, haberimiz olmadı. Ama görseydim bile zaten seslenmezdim, onur duyuyorum arkadaşlarımın yaptığı bu eylemden,” diye ifade veriyorduk. Savcı bir yandan gülüyor, bir yandan yazdırıyor. Sonunda dayanamadı, kâtibi dışarı çıkardıktan sonra, “Allah aşkına Ayma, dalga mı geçiyorsunuz benimle,” dedi. “Asıl sen bizimle dalga mı geçiyorsun,” dedim. “Altmış sekiz metre tünel altı kişiyle kazılır mı? Altmış beş tane devrimcinin emeği var o işte. Aslanlar gibi sekiz buçuk aydan beri de çalışıyoruz,” dedim.
(…)
Her şey garanti görünüyordu, dışarıda adamlar bekliyordu. Artık yerimizde duramıyorduk, uyku tutmuyordu. Volta atıyordum, 18 saat volta atılır mı, atılıyormuş.
Bu psikolojiyle yaşıyorsun ve ertesi gece tünel yakalanıyor, herifler tepene biniyor. Hem de bir asker kaçak sigara içtiği için. İçeriden istihbarat yok, bilgi sızması yok, iş üstünde yakalanma yok. Öyle bir örgütlenme yapmışız ki mektuplarda en ufak bir ima geçmiyor, en ufak bir sinyal yok. İllegal yazışmalar yok. (…) Böyle örgütlenmiş, hiçbir açık vermemiş eylemin, öyle bir şekilde yakalanması beni çökertti, öyle bir ağladım ki, hüngür hüngür, bağıra bağıra…”