Related Articles
Branko Milanović – “Yanılma” Özgürlüğü: Demokrasinin Tek Hakiki Avantajı
Liberal proje neden başarısız olacak?
18 Şubat 2024
Çeviren: S. Erdem Türközü
Birkaç şey bir araya geldi. Bir arkadaşım N. S. Lyons’un bu yazısını[1] bana gönderdi. Ardından, bu yazıdan bağımsız olarak Twitter’da yapılan kısa bir sohbet, günümüz gençlerinin neredeyse tüm bilgilerini sosyal medyadan aldıklarını, yaşlılarınsa (geçmişte olduğu gibi) televizyona güvendiklerini gösteren istatistikler üzerineydi. Ve son olarak, ve belki de bu yazı için en önemlisi, aşağıdaki sorular üzerine kendi son düşüncelerim: Diktatörlüğün aksine demokrasinin temel kazanımı olarak neyi görüyorsunuz?
Üç Numarayla başlayayım. Bunu düşündüğümde yanıtım şu oldu: istediğimi okuma, dinleme ve istediğimi söylemeözgürlüğü. Ve bence hepsi bu kadar. Demokrasinin daha yüksek büyümeye, daha az yolsuzluğa ya da daha az eşitsizliğe yol açtığına inanmıyorum. Bunların hiçbiri için kanıt yok. Belki de çok güçlü bir şekilde ifade etmek gerekirse, demokrasinin herhangi bir gerçek toplumsal görüngü üzerinde etkisi olmadığını düşünsem de, tamamen kişisel düzeyde, insanların daha çeşitli bilgilere erişerek kendilerini daha iyi hissetmelerine ve sahip oldukları herhangi bir seçeneği ifade etmelerine olanak tanır. (Bu özgürlüğün sadece siyasi alan için geçerli olduğunu, kapitalist demokrasilerde diktatörlükle yönetilen iş yeri için geçerli olmadığını unutmayın).
Ama demokrasinin avantajının bu tanımı son zamanlarda sosyal medyanın “sahte haberlere”, kamuoyunun parçalanmasına, siyasetin kutuplaşmasına ve her türlü zararlı görüngüye yol açtığını düşünen insanların saldırısı altında. Ardından bu insanlar herkesin her konuda hemfikir olduğu ve inandıkları liberal değerleri benimsediği bir hayal dünyasının resmini çiziyor. Bana göre bu tam da demokrasinin en (ya da tek) değerli parçasının zayıflatılması ya da yok edilmesidir.
N. S. Lyons, Polonyalı siyaset felsefecisi Ryszard Legutko’nun modern liberal projeyi komünist projeyle bir tuttuğunu in extenso[enine boyuna] aktarır. Ve gerçekten de benzerlikler güçlüdür. Her iki durumda da belli bir dünya görüşünün, dünyanın işleyişine dair bilimsel anlayışa dayandığı varsayılır ve dünyayı bu şekilde görmeyen herkes ya “yeniden eğitilmeli” ya da yanlış görüşlere inatla bağlı kalıyorsa ahlaki açıdan kusurlu kabul edilmelidir. Dolayısıyla anlaşmazlık, bilişsel ya da ahlaki açıdan eksik olan insanlarla ilgilidir.
Bunu Aydınlanma’ya ve iktisadî büyümeye inanan biri olarak yazıyorum. Ama insanların toplumların örgütlenmesiyle ilgili temel konularda hiçbir zaman aynı görüşe sahip olacağına inanmıyorum. Değerler ve arka planlar arasında her zaman önemli farklılıklar olacaktır. Kişinin kendi görüşlerini tartışma dışında bir yolla dayatmaya çalışması (başarılı olacağını ciddi olarak düşünmüyorum, bkz. buradaki yazım[2]) ya da aynı fikirde olmayanları “ahlaki açıdan kusurlu” olarak görmesi sadece başarısız olmaya mahkûm değildir. Aynı zamanda yanlıştır. Kamusal söylem alanının bölünmesi sadece kaçınılmaz değil, aynı zamanda iyi bir şeydir. Medyanın denetimi yoluyla dayatılan (televizyonun simgelediği) tek biçimli görüşle sosyal medyanın yankı odalarının sağladığı çoğulculuk, hatta sonsuz görüş çokluğu arasında ikincisini seçmek gerekir.
Kutuplaşma ve anlaşmazlıktan korkmamalıyız. Bunlar fikir birliğinden çok daha iyidir. Burada sadece tek bir gazete ve tek bir TV kanalına sahip olmanın getirdiği zorunlu fikir birliğinden değil hâlihazırdaki liberal projeden kaynaklanan tekbiçimlilikten söz ediyorum. (Bu bana eski bir komünist fıkrayı hatırlattı: “Yeni açılan ikinci televizyon kanalında hangi programlar var?” diyene “Yoldaş, birinci kanalı beğenmiyor gibisin?” yanıtını veren KGB yetkilisiyle ilgili olan fıkra.)
Hatırlıyorum da 1990’larda Hollandalı bir dostum bana, yani kâfire, Hollanda demokrasisinin avantajlarını işaret etti ve bunu (zorunlu fikir birliğinin aksine) “ateşli” olarak adlandırdı. Ama “İslami Şeriatçılar” ve ardından Geert Wilders ve onun gibi insanlar sahneye çıktığında, eskiden olduğu kadar “ateşli” olduğunu fikrinden vazgeçti. Anlaşılan o ki, onun için “ateşli” demek, herkesin kendi temel inançlarıyla hemfikir olması ve tartışmanın tamamen çeperdeki konulara odaklanması anlamına geliyordu. Dostum, komünizmin çöküşünün ardından liberal dünya görüşünün ve neoliberal iktisadın bir ideoloji değil, “normal” ve “sağduyu” olarak kabul edildiği pensée unique[3] [eşsiz düşünce] inancının temsilcisiydi.
Bu görüşe (anlaşılabilir bir şekilde birçok konuda tamamen farklı bir yaklaşıma sahip) İslam, 2008 mali krizi, Çin’in Sonderweg‘i[4] [özgül yolu], liberal olmayan demokrasilerin yükselişi, Trump’ın başkanlığı ve ardından 75 milyon oy[5], Rusya’nın Avrasyacılığı benimsemesi meydan okudu. Bu görüşün, bugünün gerçeklerini yansıtmadığı açıktır.
Genişlemeci liberal ideoloji, tüm önemli siyasi ve toplumsal konularda insanların aynı görüşü paylaşması gerektiğinde ısrar ederek ve paylaşmayanları aşağılayarak gereksiz bir çatışma yaratır. Çoğu zaman, özellikle de yaşlılar, üç ABD TV kanalı ve iki haftalık gazetenin her zaman aynı haberleri ve aynı kapak sayfasını yayınladığı bir dünyaya geri dönmeyi hayal eder. Bunun mantıklı insanlar arasında bir oydaşma yarattığı iddia edilir. Ama bu oydaşma sadece diğerlerinin söz hakkı olmaması pahasınadır. Neyse ki bu dünya bir daha asla geri gelmeyecek çünkü internet bunu olanaksız hale getirdi. Ama bunun kötü bir gelişme olduğunu düşünmek yerine, istediğimizi düşünme ve istediğimizi söyleme (başkalarına ne kadar tuhaf gelse de) özgürlüğünü kucaklamalıyız çünkü bu muhtemelen demokrasinin tek gerçek avantajıdır.
Kaynak metin: https://branko2f7.substack.com/p/freedom-to-be-wrong-the-only-real
[1]https://theupheaval.substack.com/p/poland-and-the-demon-in-democracy, 29 Ocak 2024.
[2] https://branko2f7.substack.com/p/on-general-futility-of-political
[3] Pensée unique (Fransızca “eşsiz düşünce”), her türden ana akım ideolojik konformizm için kullanılan aşağılayıcı bir ifadedir ve neredeyse her zaman konuşmacınınkine karşıttır. Başlangıçta, neoliberalizmin toplumu yapılandırmanın tek doğru yolu olduğu iddialarına atıfta bulunur. İfade, ana akım tartışmanın neyin olanaklı olduğuna dair ideolojik varsayımlarla sınırlı olduğunu ima eder. Eleştirmenler tarafından pensée unique‘e verilen örneklerden biri Margaret Thatcher’ın sloganıdır: TINA (“There is no alternative” “Alternatif yok”) kaynak: wikipedia -ç.n.
[4] Sonderweg (“özgül yol”), Alman tarihyazımında Almanca konuşulan toprakların ya da Almanya’nın kendisinin monarşiden demokrasiye doğru Avrupa’da başka hiçbir şeye benzemeyen bir yol izlediğini ileri süren kuram. Burada kastedilen Çin modernleşmesinin izlediği “özgül yol”dur –ç.n.
[5] 2020 yılındaki ABD başkanlık seçimlerinde Trump’ın aldığı oy sayısı –ç.