MUSTAFA PEKDOĞRU
1980 yılında evine yapılan polis baskınıyla yakalandı. Manisa Cezaevinde Necdet Menzir ve Orhan Güler’in yönettiği işkence ekibinin yoğun işkencelerinden geçti. Ondan istenen ismi vermedi. İdama mahkûm oldu. 11 yıl 6 ay hapis yattı…
Gördüğü bu işkenceleri ayrıntıları ile anlattı bize, biz de kitapta geniş yer verdik. Bu işkenceler konusunda şimdi ne düşündüğünü de anlattı Mustafa Pekdoğru:
“Yakalanmadan önce devrimcilerin yaşamları ve polis sorgularını, işkenceleri ya da hapishane yaşanmışlıklarını anlatan romanlar okurdum. Hiç unutmuyorum, bunlardan biri de Kızılkayalar romanıydı. Orada işkence edilen devrimcinin yaralarının üzerine polisler bir de işiyorlardı. Ben bu bölümleri okuduğumda kendi kendime gülümseyip, bizimkiler de amma abartmışlar diye düşündüğümü, işkence anında hatırladım. Bu kez kendi kendime bu romanda yazılanların bizlerin yaşadıklarının yüzde biri bile olmadığını düşündüm. Herkes kendi gerçekliğini yaşar, başkalarının yaşanmışlığı ise sadece hissedilir.
Şimdi yaşadığım işkenceleri anlatırken, demirin yorgunluğu gibi ağır bir yorgunluk hissediyorum. Vücudum, beynim bütün hücrelerimle işkenceyi şu an da yaşıyor gibi. Adeta işkencecileri, Necdet Menzir’ i, Orhan Güler ’i karşımda görüyorum. O anı tekrar yaşıyorum. Bunları tekrar yaşıyor olmak, belki de bir yönüyle iyi bir şey. Bunun insanın nereden geldiğini, durduğu yeri, nereye gideceğini çok iyi tarif eden bir duygu durumu olduğunu düşünüyorum. Yani insanlar işte yaşandı, geçti, bitti falan diye düşünmemeli. Çünkü insanın kötü yaşantıları unutması gibi bir yönü vardır. Ama asla unutmamak lazım. Yaşadığım bütün acılara rağmen böyle düşünüyorum.”
Mustafa ilk cezaevi Manisa’dan sonra İzmir Şirinyer ve Buca, Çanakkale ve Antep Cezaevlerinde doldurdu 11 yıl 6 aylık süreyi. Sonunda başa döndü Manisa’ya döndü:
“1991 yılının Nisan ayında Antep cezaevinden Manisa Cezaevi’ne geldim; 12 yıl sonra tekrar Manisa’ ya geldim, fakat cezaevi yerinde yoktu. Yeni yerinde, yeni bir cezaevi olarak karşıladı bizi. 1991 yılının Ağustos ayında da şartlı tahliye ile salıverildim.
Cezaevinden çıktığım anın duygularını anlatmak pek mümkün değil. Bunca mahpusluk, bunca eziyet ve işkence, şairin dediği gibi biraz daha ustalaştırmıştı beni taşı kırmakta. O ustalığın harcında, omuz başlarımda kaybettiğim yol arkadaşlarımın, sakat bırakılanların acıları ve anıları vardı.
Cezaevinin kapısına geldiğimde beni dışarıda bekleyenler vardı. Onlara kavuşmak, özgürlüğüme olduğu kadar, adeta devrimci mücadeleye de yeniden kavuşmaktı. Benimle çıkan bir arkadaşım, “dışarıya çıkıyoruz işte, şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” dedi. Mücadeleye devam edeceğimi söyledim. Sonra birbirimize sarılıp cezaevinden çıktık. O şimdi nerede ve ne yapıyor bilmiyorum, ama ben söylediğim gibi devrimci mücadeleme devam ediyorum.
Son olarak, beni sosyalizmle buluşturan insanlara büyük insanlığın mücadelesi adına, sonsuz şükranlarımı sunmak istiyorum. Bir kelebek kadar ömrüm olsa bile, son saniyesine kadar örgütlü yaşamayı yeğlerim. Gerçek Marksizm, Gelecek Komünizmdir!
***
ADNAN AYAN
Adnan Ayan “Kasabalılar” çalışmamızda yer alan en genç devrimcidir. 12 Eylül faşizmini işkenceleri ve zindanları ile daha çocuk yaşta, 15 yaşında tanıştı. Faşizme karşı direnen o devrimci çocuk, işkencelerden mahpuslardan yılmadı, tam tersine yaşamını devrimci mücadeleye adadı. Halen mücadelesini en ön saflarda sürdürüyor.
Adnan hapishaneden çıktıktan sonra, Kasabalı devrimcilere polisin yaptığı baskıyı nasıl yendiklerini şöyle anlatıyor:
“O dönemde polisin bir taktiği vardı: Cezaevinden çıkanları yalnızlaştırmak, hatta yalnızlaştırmakla kalmayıp onu kendi tarafına çekmek ve muhbir olarak kullanmak! Benim diğer arkadaşların yanına gitmemin nedeni de bir anlamda bunu kırmaktı. Bir polis memuru bunu açıkça itiraf etti: “12 Eylül öncesi siz bizi sokağa çıkarmıyordunuz, durum tersine döndü, şimdi biz sizi sokağa çıkarmayacağız,” dedi. Ben de kendisine, “ben bir yıl içerde yattım, devrimci olduğum için yattım, tahliye oldum. Ben yine devrimciyim ve hiçbir zaman için yaptığım şeyden pişmanlık duymadım,” dedim. “Sokağa çıktığım zaman sizin gibi değil, alnım ak, başım dimdik geziyorum, köşe başlarına geldiğimde kafamı o yana bu yana oynatmadan dimdik yürüyorum. Ama size acıyorum, siz köşe başına geldiğinizde kafalarınızı sağa sola çeviriyorsunuz, kurşun nereden gelecek diye korkuyorsunuz, bu şekilde devam ederseniz, kahvemi basmaya devam ederseniz bilin ki kurşun benden gelir,” dedim. Birden, “sen ne demek istiyorsun,” diye parladılar. “Açıkça söylüyorum,” dedim, “burası benim ekmek teknem, ben içeride yatmışım ve sonunda mahkeme benim suçsuzluğumu beyan etmiş, ama hangi gerekçeyle olursa olsun beyan etmiş, ancak benim bir suçumu tespit ederseniz beni alabilirsiniz, keyfi anlamda gelip beni hiçbir zaman alamazsınız ve almaya da hakkınız yok. Benim ekmek tekneme yönelik bu tip baskılar yapmaya başladığınız anda bilin ki, belime silahı takacağım, karakolun önünde bekleyeceğim, önce komiseri sonra seni vuracağım,” dedim. Bu restimden sonra üzerimdeki keyfi baskılar sona erdi.
O aralar cezaevinden tahliyeler çoğaldı. Turgutlu’da yüze yakın cezaevinden çıkan devrimci vardı. Turgutlu’daki, polisin yasal olmadığını sonradan öğrendiğimiz keyfî bir uygulaması vardı, her ayın belirli bir günü karakola gidip imza atmamızı istiyorlardı. “Turgutlu dışına çıkarken geleceksin bizden izin alacaksın, nereye gideceğini, kaç gün kalacağını, kimlerde kalacağını söyleyeceksin,” diyorlardı. Mahkemelerin bu yönde vermiş olduğu bir karar olmamasına karşın tüm devrimcilere uygulanan böyle kanunsuz bir yaptırımı vardı polisin.
Devrimci Kurtuluş, Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği (MLSP/B) davasından yatan bir arkadaş periyodik yoklama için karakola gittiğini ve kendisine çok ağır hakaretler, küfürler edildiğini, seni öldüreceğiz dendiğini, biraz direnmeye kalktığında da tokatlamaya kalktıklarını anlattı. “Ne yapalım?” dedi. Ben de, “içerden çıkan yüze yakın devrimci insan var, toplanalım, birlikte tavır koyalım,” dedim. “Bizi tek tek, farklı zamanlarda karakola çağırıp yıldırmaya çalışıyorlar. O halde aynı gün hep birlikte gidelim karakola,” dedim.
Ertesi gün çay ocağının önünde toplandık. Yüz kişi karakola doğru yürümeye başladık. Polisler bana daha önce, “sen içerden çıkanlarla çok fazla ilgileniyorsun, seni üç kişiyle bir arada görürsem, örgüt kuruyor diye tutuklarım,” demişlerdi. “Üç devrimciyi bir arada görmeyeceğim,” diyorlardı. Biz de ana caddede üçerli gruplar halinde dizildik. Ekipler bizi gördü ve yanımıza geldiler. “Ne yapıyorsunuz nereye gidiyorsunuz?” diye sordular bana. “Aylık yoklama imzalarımızı atmaya gidiyordum, baktım arkadaş da gidiyormuş, beraber gidiyoruz, ötekilerden haberim yok,” dedim. Herkes aynı cevabı veriyordu. O eylemden sonra yoklama sistemini kaldırdılar, “kimse gelmesin karakola,” dediler.”