Selma Ashworth ve TKP konusuna kaldığım yerden devam ediyorum.
12 Mart 1971 darbesinden sonra sıkıyönetim mahkemesinde TKP dâvası diye bir dâva açıldı. Ant dergisi sahibi Doğan Özgüden, dâvayla ilgili MİT raporunun fotokopisini veriyor, darbeyi meşru göstermek için sıkıyönetimin ilânından birkaç hafta sonra açılan dâva konusunda şöyle yazıyor:
1971 ‘ÇAKMA’ TKP DÂVASI
Raporda “memleketimizin içinde bulunduğu duruma gelmesine ve sıkıyönetimin ilânına sebep olan faaliyetleri yürüten şahısların koordineli ve sistemli çalışmalarını dokümante eden dosya ve genel mahiyetteki değerlendirilmesi ilişikte sunulmuştur” denilerek TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar, TİP GYK üyesi Nihat Sargın, yazar Şadi Alkılıç, Doç. Dr. Çetin Özek, İTÜ Öğrenci Birliği Başkanı Harun Karadeniz, devrimci gençlik liderlerinden Masis Kürkçügil ve Süleyman Balkan, eski Koyulhisar cumhuriyet savcısı Şiar Yalçın, İstanbul Radyosu’nda görevli Erdöl Boratap, Londra’daki Kardaş Derneği’nden Selma Ashworth ile Ant Dergisi sahip ve başyazarı olarak Doğan Özgüden’in isimleri veriliyor.”
Özgüden’in yazısı şöyle devam ediyor:
“MİT’in bazı özel yazışmaları illegal şekilde ele geçirerek bunun üzerine yarattığı bir hayali örgütlenme senaryosuyla açılan dâvanın sanık listesine bir süre sonra sanat, kültür, medya ve bilim dünyasından Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, İdris Küçükömer, Azra Erhat, Magdalena Rufer, Tilda Gökçeli, Faruk Pekin, Osman Saffet Arolat, Ragıp Zarakolu, Işıtan Gündüz, Taner Kutlay, Aydın Engin, Tanju Cılızoğlu, Seçkin Selvi, Zeynep Sağnak, İlkay Demir, Necmi Demir, Nihat Darcan, Dinçer Yücesan, Vahit Tulis, Hayri Eroğlu, Sıtkı Coşkun, Nabi Yağcı, Attila Coşkun, Veysi Sarısözen, İrvem Keskinoğlu, Cihan Şenoğuz, Alpay Biber, Güray Tekinöz, Hülya Kınalıoğlu, Şeref Yıldız, Gülay Varlı, Şefik Çağlarer, Agâh Uyanık, Mehmet Sarısözen, Nurseli Varlı, yurt dışından da Ayhan Alpagut, Doğan Kekevi, Ali Söylemezoğlu, Arslan Mengüç, Mustafa Demir, Deniz Kavukçuoğlu, Yıldırım Dağyeli, Yılmaz Karahasan ve Ethem Ete dahil edildiler.”
HARUN KARADENİZ’İN SAVUNMASI
17 Ağustos 1975 tarihli Cumhuriyet gazetesinde ise Harun Karadeniz’in dâvayla ilgili savunmasına yer veriliyor.
Harun Karadeniz şu savunmayı yapıyor:
“Büyük tirajlı gazetelerde “Türkiye Gizli Komünist Partisi sanıkları yakalandı” diye sekiz sütunluk manşetlerle sunulan ve “bütün TKP sanıkları serbest kaldılar” diye tek sütunluk bir haberle son bulan olayda iddianamenin mantığı “Aristo’nun kıyas yönteminin tipik bir örneğiydi”. Bu konuda sorgum sırasında söylediklerimi de ilginç olması açısından aktarıyorum: “İddianamede alınan bir konu, nasıl değişikliğe uğruyor, nasıl abartılıyor ve abartmalarda nasıl bir mantık uygulanıyor, şimdi görelim:
“Selma Ashworth TKP’lidir. Selma ile ilişki kuranlar TKP’lidir” diye özetlenebilir. Bu iki hükmün ayrı ayrı ispatı gerekir. Eğer birinci hüküm, yani Selma Ashworth’un TKP’li olduğu ispatlanamaz ise dâva topyekûn düşer. Eğer bu ispatlanırsa ikinci iddianın, yani Selma ile ilişki kuranların TKP’li olduğu tek tek ispatlanmak zorundadır.”
“Şimdi savcının birinci iddiayı nasıl ispatladığını görelim: İddianamenin 26. sayfasının dördüncü paragrafında “Selma’nın başa bağlı olduğunun, yani TKP’li olduğunun ileride ortaya konacağı” söyleniyor. Arada hiçbir delil ortaya konmadan 27. savfanın üçüncü paragrafında “Selma’nın Türkiye Gizli Komünist Partisi’nin Doğu Almanya’da bulunan lideri Zeki Baştımar (Yakup Demır) ile daimi irtibat halinde ve TKP koordinatör üyelerinden biri olarak sahnede bulunduğu aşikârdır” deniliyor. Neden aşikâr? Neyle ispatlanmaktadır? Delil nedir? Bu soruların hiçbirine cevap verilmiyor. Abartmalar devam ediyor: 43. savfanın 4 paragrafında “TKP’ye mensubiyeti, komünist faaliyetleri tanzim ve tedvir edegelmekte olduğu daha evvel tebarüz ettirilmiş Selma Ashworth…” diyor savcı. Nerede tebarüz ettirildi?”
“Önceki sayfalarda “ilerde ispatlanacak” derken artık savcı “daha evvel ispatlandı” diyerek bir aldatmacayla başlıyor ve bu abartılarak, tekrarlanarak sürüyor. 60. sayfanın 3. paragrafında “TKP üye ve koordinatörlerinden olduğu artık her türlü şüphenin dışında ortaya konmuş bulunan Selma…” Nerede ortaya kondu? Savcı bir türlü ortaya koymadığı veya koyamadığı bir hükmü ortaya konmuş, ispatlanmış ve açıklık kazanmış gibi kullanmaya devam ediyor. 61. sayfanın 2. paragrafında, “hele bu kimse Selma Ashworth gibi TKP bünyesinde özel bir statüye sahip olursa…” Nereden çıktı özel statü? Bunun da cevabı yok. Savcı bizi mahkûm edebilmek için ispatlanmamış bir öneriyi sık sık değişik kelimelerle tekrar ederek ispatlamaya, daha doğrusu boş bir kanaat uydurmava çalışıvor.”
“Bu dâva topluma “büyük tehlikeler var, sesinizi çıkarmayın” mesajını iletme dâvasıdır. İddianamede uygulanan mantık, Aristo’nun kıyas yönteminin tipik bir örneğidir. Ben bu dâva karşısında Hitler propaganda yönteminı hatırlıyorum. Hitler, “bir yalan ne kadar büyük olursa, o nisbette inandırma kuvvetine sahip olur ve bir yalan ne kadar menfur olursa olsun, yine iz bırakmadan geçmez” kurallarını uygulamıştı. Aynı uygulamayı 1971 Türkiyesinde görmek istemiyoruz. Savcı bizim TKP’li olduğumuzu ispatlamak durumundaydı; halbuki biz bu yayınlardan sonra, TKP’li olmadığımızı ispatlamak mevkiinde kalıyoruz. Çünkü biz beraat ettiğimizde, aynı gazeteler bu iddiayı tekzip etmeyecekler ve bu yalan iddianın izleri toplumda sürüp gidecektir. Benim inancım odur ki, bu dâva bu yalanın izleri için açılmıştır.”
RAGIP ZARAKOLU’NUN DÂVA İLE İLGİLİ YAZISI
Ragıp Zarakolu ise söz konusu dâvayla ilgili 4 Mart 2014 tarihi Evrensel gazetesindeki yazısında şöyle diyor:
“Sentetik, kes yapıştırlı ilk dâva örneği idi, 1971 yılındaki “Şadi Alkılıç ve arkadaşları davası.” Aslında sol kimliğe sahip olmaları idi asıl, şanlı devletimiz tarafından suçlu görülmelerinin nedeni. Böylece 1969 yılında, FKF’li, cunta ve Kemalizm karşıtı genç Marksistler olarak yaptığımız seminerler 1971 yılında TKP çalışması olarak gösterildi. Çünkü aramızdan öğrenci lideri Harun Karadeniz Londra’ya gitmişti. Kanserdi!
Orada TKP sempatizanı olduğu iddia edilen, Selma Ashworth adlı bir hanım tarafından hastaneye götürülmüştü. İşte bu kadın Uluslararası Af Örgütü aktivisti idi.
Zaten Şadi Alkılıç da 1939 yılında, Nâzım Hikmet ile birlikte yargılanan genç Harbiyelilerden değil miydi? Beraat etmiş. Ne gam. Adamcağız, 1963 yılında Cumhuriyet gazetesine, “Tek kurtuluş sosyalizm” diye yazar. Mahkûm olur. Amnesty İnternational (Aİ) de ilk kez Türkiye’de onunla ilgili kampanya başlatır. O sırada Selma Hanım (ha bu arada kendileri, ünlü gazeteci Ömer Sami Coşar’ın kız kardeşidir) herkesle yazışır bu kampanya nedeniyle. ANT dergisinde yazar. Haydar, Doğan ve İnci Özgüden ve derginin diğer yazarları da acele iddianameye duhul olur.”
“Sovyetler ve Doğu Avrupa’daki muhaliflerle de ilgilenen Amnesty İnternational, bir anda TKP’nin irtibat ofisi yapılır, amatör senarist polis ve savcı kardeşlerimiz tarafından. Eh, hop kardeşim n’oluyor diyen olmayınca, yaratıcılıkta sınır olmaz!”
“Olsun, adında Enternasyonal var ya! Bundan daha büyük delil olur mu?
Ben tutuklanınca, annem üzülmüş, “Bu çocuğa ben mi sahip çıkamadım” diye. Ama Maltepe’ye ziyarete ve Selimiye Kışlasına mahkemeye gelip, benim genç yaşımda, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, piyanist Magdelena Rufer, Azra Erhat, Çetin Özek, Şiar Yalçın gibi seçkin aydınlarla yargılandığımı görünce, kendisini suçlu görmekten vazgeçti; hatta benimle gurur duydu.”
“Bu devlet, üşenmemiş Azra Erhat, Yaşar Kemal’in eşi Tilda Gökçeli, Magdelena Rufer’in 1965 seçimlerinde yaptığı Fransızca sohbetleri kayda almış, tercüme ettirmiş, tercümenin doğruluğu konusunda da bilirkişi olarak Berke Vardar’ı mahkemeye çağırmış bir devlettir.”
“Delil mi, “devrim sandıkla olmaz, çatal bıçakla olur” diye mavra yapmış bizim frankofon hatunlar. (Hattâ ellerinde kadeh olduğu da rivayet olunur.) Sonuç: devlet şakadan anlamaz! Lütfen, telefonda daha ciddi olun! Bu devlet, MEB klasiklerini yayımlayan kurulun başkanı olan Sabahattin Eyüboğlu’na, “Sen 1944’te hapisteki Nâzım Hikmet’e Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını yollamıştın” diye 1971’de hesap soran ve onun kahrından kalp krizi geçirip ölmesine neden olan bir devlettir.”
“Neyse, senaryo beş farklı aydın grubunu, “torba”ya doldurup, bütün mel’aneti TKP’ye bağlamak istemişti. Eh, ne de olsa soğuk savaşın etkisi hâlâ devam ediyordu. Hattâ aramızda Cephe/Partiden Necmi ve İlkay da vardı. Böylece senaristler, daha sonra silâhlı mücadeleyi savunan arkadaşlarımız nedeniyle, Mahir Çayanları falan da TKP’ye bağlamış oluyordu.”
“Bu dâva kısa zamanda çöktü. Ben temmuzda yakalandığım için üç ay içerde kaldım. Yazar ve aydınlar ise toplu olarak mayıs ayında rehin alındıkları için beş ay hapiste kaldılar. Bugün KCK dâvasında ise hapislik süresi beş yıla yaklaşan insanlar var.
1971 yılındaki yargı ‘askeri’ idi. Fiili bir cunta yönetimi söz konusu idi. Şimdiki ise “sivil”.
O zaman da fezlekeyi polis hazırlar, savcı onu iddianâmeye dönüştürür, hâkim de tutuklardı. Şimdi de özünde aynı. Ama şunu belirtmeliyiz ki önemli bir “kalite” farkı var arada. Üstelik o zaman, olağanüstü bir hal, sıkıyönetim söz konusu idi.
Şimdi ise ‘sivil’ yönetim altındayız, ‘olağan’ haldeyiz.Demek ki 40 küsur yılda şu noktaya gelmişiz: Olağanüstü=Olağan! Olmuş sadece…”
Selma Ashworth ile kızı ve galiba annesi (Hackney Magazine)
KIZININ DİLİYLE SELMA ASHWORTH
Kızı Neyire Ashworth, 18 Mart 2019 tarihli Hackney Magazine’de annesinin 1927 yılında İstanbul’da doğduğunu, aradan 25 yıl geçmesine rağmen annesinin yaşamının kendisi için bir muamma olduğunu söylüyor. Selma’nın babası Hüseyin Sami, Atatürk döneminde milletvekili. Ayrıca Paris’de ekonomi ataşesi olarak görev yapmış. Selma’nın iki ağabeyinden biri tanınmış gazeteci Ömer Sami Coşar, öbürü mühendislik konusunda profesör. Selma 1960’larda Almanya’ya gidip Herman adlı bir pilotla evleniyor. Sonra ondan ayrılıp Londra’ya geliyor. Londra’da Ronald adında bir mühendisle evleniyor. Bu evlilikten kızı Neyire doğuyor.
Neyire, annesinin Oxford Street’teki Bata Ayakkabı Şirketinde çalıştığını, 1960’lı yıllarda Lancashire’lı eşi Ronald ile tanıştığını, Ronald’ın Londra’ya gelip Frigidaire’de proje mühendisi olarak çalıştığını söylüyor. Çiftin sık sık eğlence yerlerine ve Türkiye Büyükelçiliğindeki kokteyl partilere gittiğini belirtiyor. 1963 yılında evleniyorlar. Annesinin birkaç dil bilen siyasi bir maceracı, babasının ise işçi sınıfından bir mühendis (teknisyen) olduğunu ifade ediyor. Her ikisinin de sıkı birer sosyalist olduklarını, babasının içe dönük, annesinin ise insanlarla bir arada olmayı, konuşmayı, fıkra anlatmayı seven dışa dönük birisi olduğunu sözlerine ekliyor. 1978 yılında annesiyle babası boşanıyor. Selma sık sık Türkiye’ye gidiyor. 1992 yılında vefat ediyor. Yakılıp küllerinin Boğaziçine serpilmesini istiyor.
ŞADİ ALKILIÇ’IN KARDAŞ DERGİSİNDEKİ TAŞLAMALARI
Kardaş dergisinin son sayısında ise Şadi Alkılıç’ın olduğu belirtilen şu taşlamalara yer veriliyor:
Bizde çıkar…
Kolera bizde çıkar,sığır vebası bizde…
Süleyman bizde çıkar, sağırın âlâsı bizde.
Bu örnek demokrasi, paşanın eseridir
Dünyanın felâketi, boku, belâsı bizde.
Sağırın âlâsı kişinin fiziksel özelliğini alaya alan ucuz bir hiciv olmuyor mu?
Dua!
Kolera gerçi tutmaz büyükbaş hayvanları
Çünkü yalnız bu illet vurur garibanları
Madem şimdi sarıyor yurdu hayvan “vebası”
Sağır ve Sığır’ların Yarab, gelsin sırası.
Yine oldukça ucuz ve bayağı bir benzetme. Siyasetçilerle yine hayvanlar üzerinden ve İsmet İnönü’nün sağır olduğuna ilişkin, savcıların hakaretamiz kategorisine sokabileceği kaba benzetmeler.
Kolera
Kolera fakirlerin hastalığıdır elbet…
Gerçi sizin semtlerde değiştirmez hiç nöbet
Ankaralı, büyükbaş dostlarım, müjde olsun
Sığır vebası çıkmış… Sıra sizde nihayet.
Şadi Alkılıç, (İstanbul, 24 Ekim 1970)
Burada da üst kademe siyaset adamları büyükbaş hayvanlara benzetiliyor. Bu satırları gerçekten Şadi Alkılıç mı yazmış? Yazmış olsa bile, bunu illegal bir dergide kendi isteğiyle mi yayınlatıyor, yoksa Selma bir emrivâki ile mi yayınlıyor? İnsan kuşkuya düşüyor. Şu an itibariyle bunu doğrulama ya da yanlışlayıp reddetme olanağımız da yok.
Kardaş dergisinin Batı Berlin temsilcisinin Mugaffer Erdoğan olduğu belirtiliyor. 1971 yılındaki Almanya’daki iki ATTF toplantısında bu kişiyi gördüğümü hatırlıyorum. ATTF genel toplantılarında hemen herkes konuşurken Mugaffer Erdoğan’ın hiç söze karışıp konuştuğunu hatırlamıyorum. Soğuk duruşlu, sanki herkese yabancı birisi gibi bir izlenim uyandırmıştı bende. Yine o toplantılardan birinde bir de bir tuhaf Stuttgart temsilcisi Orhan Hantal vardı. Yaz mevsiminde uzun konçlu çizmeleriyle sandalyenin üzerine çıkıp bağıra çağıra provokatif bir konuşma yaptığını hatırlıyorum.
Asıl büyük tuhaflık şurada. Kardaş dergisinin son sayısının son sayfasında aynen şöyle bir duyuru yer alıyor:
DERGİDE KUŞKU UYANDIRAN BİR DUYURU
“Kardaş dergisinde yayınlanan bazı yazıları beğenmediklerinden dergimizi sabote etmeye kalkışanlara duyurulur: KARDAŞ dergisini matbaadan almak, paketleri hazırlamak ve postaya vermekle görevli arkadaşlar Selma ASHWORTH, Şemsi YAĞCI, Ali Kunter, Hami EKMEKÇİLER, Agop HALICI’dır. Bu arkadaşlar dışında matbaadan haberimiz olmadan dergileri almıya kalkışacak olanlar hakkında kanuni yollardan hesap sorulacaktır. KARDAŞ Derneği Yönetim Kurulu (adına) Sekreter Şemsi Yağcı.”
Epeyce yadırgatıcı, kuşku uyandırıcı bir duyuru değil mi? Londra’da basılan Türkçe bir dergiyi, kim sahibinden habersiz matbaadan alabilir? Ben 1970 ve 1971 yıllarında, bu yılların öncesi ve sonrasında Selma Ashworth dışında yukarıda adları yazılı kimselerin hiçbirine Londra’daki sol çevreler içinde rastlamadım. Buradaki isimleri tanıyan kimseyi görmedim. Böyle birileri gerçekten var mıydı? Yoksa bu isimler o sırada Londra’da daha fazla sayıda TKP’li olduğunu anlatmaya çalışan fazlasıyla gayretkeş Selma Ashworth’un uydurması, hayali isimler miydi? Bu konuyu bilen, yaşayan birisi kalmışsa ve açıklarsa memnun olurum.
Ömer Sami Coşar, Selma Ashworth’un ağabeyi “Troçki İstanbul’da” adlı kitabın da yazarı, tanınmış bir gazeteci… Vatan gazetesinden Orhan Karaveli ile birlikte Moskova’da ölümünden bir süre önce Nâzım Hikmet ile görüşmüşler. Orhan Karaveli hem kitabında, hem de çeşitli televizyon programlarında Nâzım Hikmet ile Moskova’da birkaç hafta içinde çeşitli kereler görüştüğünü yazıyor.
Bir ihtimal, ağabeyi Ömer Sami Coşar’ın Nâzım Hikmet ile tanışması sonucu Selma TKP ile bağlantı kurmuş olabilir, diye düşünüyorum.
Bütün bunları alt alta ekleyince iyi saatte olsunların karıştığı esrarengiz bir durum çıkıyor ortaya. Selma Ashworth ile 1971 öncesinde şu ya da bu şekilde ilişkisi olan kişilerin hepsi “Çakma” ya da “Torba” TKP dâvasına tıkıştırılıyor. Daha da önemlisi, 9 Mart 1971’de bazı general ve subayların solcu bir darbe girişiminde bulunduğu öne sürülerek üç gün sonra sağcı bir darbe yapılıyor. Selma Ashworth ile ilişkili olduğu ileri sürülen subaylar tutuklanıp işkence görüyor. 12 Mart darbesiyle önce sol yumruk gösterilip sonra sağ yumruk çakılıyor.
EROL BİLBİLİK, SELMA ASHWORTH’U CİA AJANI OLMAKLA SUÇLUYOR
9 Mart 1971 cuntası sanıklarından Erol Bilbilik’in Profil Kitap yayınlarından çıkan çıkan 2013 tarihli “Öncesi ve Sonrasıyla 9 Mart-12 Mart Süreci” adlı kitabında 9 ve 12 Mart cuntalarındaki CİA ajanlarına değiniliyor.
(Kitabı görmedim. Yüksek Strateji Türkiye – Özel Büro İstihbarat Grubu adlı “kuşkulu” bir İnternet sitesinden aktarıyorum:)
“Erol Bilbilik’in yazdıklarına göre (sayfa 209) o dönem öne çıkan yerli ve yabancı CİA ajanlarından bazıları şunlar:
“Ruzi Nazar zaten CİA Ankara İstasyon Şefi. Korgeneral Atıf Erçıkan ve Turan Çağlar, hem CİA’ye, hem de MİT’e çalışıyor. Bunların yanında Hatice Selma Ashworth, Aldrich Hazen Ames, Deniz Gökkılıç doğrudan CİA’ye bağlı çalışan isimler. Bir de İngiliz-Alman-Rus ajanı olarak çalışan Satvet Lütfü Tozan var.”
“Bir diğer CİA ajanı olan Selma Ashworth, Lord Ashworth’un eşi, Ömer Sami Coşar’ın kız kardeşiydi. Hikmet Özdemir’in “Yön Hareketi” kitabında Ashworth’un Yön Dergisi yazarı olduğu bilgisi yer alıyor. Bir başka CİA ajanı olan Turan Çağlar, Şubat 1971’de Amiral Vedii Bilget’e olası bir devrim kabinesinde kadın bakan olarak Selma Ashworth’u öneriyor. Bilget’i Ashworth konusunda uyaran Dr. Memduh Eren oluyor ve şöyle diyor: ‘Turan Çağlar bilgileri bu kadından alır. Kadın CİA ajanı. Turan’la Selma aynı kaba ederler.’
Bu ağır suçlama ne yazık ki açıklığa kavuşturulamadı. Nihat Akseymen Londra’da TKP’nin başına geçtikten kısa bir süre sonra Selma Ashworth ortadan kayboldu. Öyle anlaşılıyor ki, kamuoyuna “Çakma TKP dâvası” diye yansıyan tutuklamaların ardından Selma Ashworth’un TKP ile Londra’daki ilişkisi kesildi. Nihat, Selma Ashworth’a daha sonra ne olduğuna ilişkin bana ya da İngiltere’de başka bir yoldaşa herhangi bir açıklama yapmadı. Bu konuda Mustafa Demir, Merih Kudsal ya da kaldıysa kıdemli başka bir yoldaşın bilgisi var mıdır, merak ediyorum.
Kanaatimce, Selma Ashworth TKP kadrolarının Batı Avrupa’da çok az sayıda olduğu, İngiltere’de ise hiç olmadığı yıllarda parti adına faaliyet gösteren, ama çok sayıda insanla özensiz ve kuşku uyandıran ilişkiler kuran birisiydi.
17 Ağustos 2020
Cavlı Çulfaz