Related Articles
– Türkiye Komunist Partisi 100. yılına giriyor. Bu demek oluyor ki, ülkemizde örgütlü işçi sınıfı mücadelesi de bir asırı geride bıraktı. Sorumuz şu TKP hangi koşullarda doğdu ?
“SEFİK HÜSNÜ“
Aydemir Güler: 100 yıl öncesine geri gidelim diyorsunuz yani. Yüzyıl öncesi ile ilgili, birkaç tane nokta var. Bir tanesi şu: Türkiye Komünist Partisi’nin 1920’de kuruluşu. Sonra bu yüzyılın içinde birkaç tane tekrar eden moment var . Yüzyıllık tarihin bütününün çok başarılı, umut saçan, Türkiye Komünist Partisi’nin güçlü olduğu, Türkiye’nin siyasetine ağırlık koyduğu bir şekilde cereyan etmediğini biliyoruz. Tam tersine bu yüzyılın önemli bir kısımında TKP, zayıf, marjinal, hatta varlığı bile kuşkulu hale gelmiş. Çok ağır baskılara, likidasyona uğramış, neredeyse parti ortadan kalkmış. Ama yüzyıl öncesi sadece bir başlangıç değil. Bu Türkiye’de solun, komünist hareketin umut saçtığı, toplumun vicdanını temsil ettiği momentlerden bir tanesi. O yüzden sadece tarihte bir tane, “Bakalım bu partinin kuruluş toplantısı, kongresi ne zaman yapılmış?” Aa yüzyıl önce…” bundan ibaret değil. 1920, Türkiye’nin yüzünün sola döndüğü ve orada TKP’nin de çok önemli bir işaret fişeği attığı bir dönemdir. Sonra başka dönemler de var: 1946 sendikaları var. 1960’ların Türkiye İşçi Partisi var. Tabi ki TKP değil, ama TKP’nin birikiminden de yararlanan, onun üzerine de ayaklarını basan bir hareket. Son derece önemlidir. Türkiye’nin fotoğrafını 5-6 yıllığına değiştiriyor TİP. 70’li yıllardaki, TKP’nin atılımı son derece önemli. Yani, Türkiye Komünist Partisi, yasa dışı, gizli çalışan bir parti olmasına rağmen, legalde tanınmış bir alanı olmamasına rağmen, 70’li yıllarda ülkenin en önemli siyasi hareketlerinden biri haline geliyor. Bu momentler bizce önemli. Sadece bir ev ödevi değil. Sadece ev ödevi olsa bile, bir siyasi hareketin 100. yılını kutlaması ve değerlendirmesi çok değerli bir şey. Ama bunun dışında bizim dönüp bu yüzyılın içinde, bugün Türkiye toplumunu hatırlayacağımız, işaret edeceğemiz noktalar var ki onlar sadece geçmiş değil. Geleceğe ilişkin de bize bir şey söyleyen momentler.
– 2. Dünya Savaşı’nda sonra TKP içinden iki parti çıkıyor. Biri Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, diğeri ise Türkiye Sosyalist Partisi…Bu iki parti hangi ihtiyacın ürünüydü?
Aydemir Güler: İkinci Dünya Savaşı’nın çıkışında Türkiye Komünist Partisi, Şefik Hüsnü önderliğinde, 1946 – 47 itibariyle bir analizden hareket ediyor. Bu analiz 2. Dünya Savaşı’nda faşizmi yenilgiye uğratan Sovyetler Birliği ve Batı demokrasileri çağının açıldığı, Türkiye’nin ise sosyalizme geçişi gündemde olmasa bile, demokrasiye geçişin Türkiye’de kaçınılmaz olduğudur. Analiz bunu söylüyor. Bu analiz yanlış çıkmıştır. Türkiye demokrasiye değil, soğuk savaşla birlikte bir başka diktatoryal döneme geçmiştir. Bu analizle birlikte TKP’nin attığı kimi adımlar, kimi açılımlar var ki, o bügün baktığımızda Türkiye’de solun ciddi bir birikime sahip olduğunu bize gösteriyor.
( MUSTAFA SUPHİ,ETHEM NEJAT ,İSMAİL HAKKI )
Cumhuriyet Halk Partisi ve yeni kuruluş çabasındaki Demokrat Parti dışında bir üçüncü sesin soldan ve TKP’den çıkacağını gösteriyor o birikim. Dediğim gibi analiz ve politik tercihler yanlış olabilir. Ama o doğrultuda atılan adımlar, gerçekleşen o açılımlar Türkiye’de solun 30’lu ve 40’lı yıllarda silindiğini ortadan kalktığını, tarih olduğunu, çöpe atıldığını göstermiyor. Tam tersine ciddi bir birikimin geldiğini gösteriyor. Ve aynı zamanda baskıyla karşılaşıyor. “Tan Matbaası baskını” tabi ki demokrasiye karşıdır. Tan Matbaası baskını, Demokrasinin arkasından da “Ben geliyorum” diyen komünist hareketi bastırma hareketidir. Bundan altı ay sonra ise iki siyasi parti, legal alanda peş peşe kuruluyor. Ve sendikalar kuruluyor. 1946 sonuna kadar, haziran ayından, aralık ayına kadar, sendikaların kurulduğunu görüyoruz. TKP çalışması olarak kuruluyor bu sendikalar. Ve sadece İstanbul’daki sendikalı işçi sayısının onbin olduğunu biliyoruz. Tabi ki, önemli bir çoğunluğu İstanbul’da olabilir ama yıl 1946’dır. Bugün on bin mütevazı bir sayı görülebilir. Ama 1946 yılında, hakikaten toprağı sarsacak bir sayıdır. Bu on bin işçi TKP’li değildir abartmayalım. Türkiye Komüsnist Partisi, on binlerce işçiye önderlik ediyor falan değildir.
Ama büyük bir boşluk vardır. Türkiye’de bir işçi sınıfı var. Ve o parti, işçisinin örgütlenmesi, topluma seslenmesi, hakkını araması gibi durumlar söz konusu olduğunda, kapıyı açan, pankartı açan, kortej oluşturan TKP’dir. Bence 45-46 yıllarında, en önemli nokta bu. Görüyoruz ki, karanlık geçen 30’lar ve 40’ların ilk yarısında ve savaş yıllarından sonraki zamanda, Türkiye’de sol birikim var ve kimse bunu hafife alamaz.
1946 yazının başında ise önce Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) kuruluyor. Biliyoruz ki bütün tanıklıklar ve belgeler gösteriyor ki bu parti, TKP kararıyla kurulmuş bir partidir. Doğrudan Esat Adil Müstecaplı ile kurulmuş. Yani Müstecaplı, Türkiye Sosyalist Partisi’nin Genel Başkanlığı’nı, Kurucu Başkanlığı’nı üstelenen bir tanınmış entellektüel…Ve bürokrasiden gelmiş bir entellektüel. Legal bir partinin başına geçmesinde, sorumluluk üstlenmesinde ona yolu TKP göstermiş. Esat Adil ise bunu kabul etmiş, partiyi kurmuş. Aradan geçen kısa bir zaman içinde, bir ayı bile geçmeyen bir zaman içinde, TKP organları karar değiştirmişler ve doğrudan Türkiye Komünist Partisi’nin legale çıkması anlamına gelen bir parti kuruluşuna doğru yönelmişler. Burada da kuşkusuz anlaşmazlıklar var. Esat Adil ile Şefik Hüsnü arasında güvensizlik ve kadro anlaşmazlıkları var.
Ben, TSP ve TSEKP arasındaki asıl farkın başka bir yerde olduğunu düşünüyorum. TSP, illegaldeki TKP’nin açık alanda manipüle edeceği bir parti kurdurtmasıdır. Bu meşrudur. Komünist partiler, illegaldeki çalışmalarını kendileri seçmezler. Komünist partilerin birinci tercihi, açık alanda kendi kimliklerini ilan ederek emekçi halka seslenmek ve örgütlenmektir. Bunların yanı sıra politik güç dengelerinin ve hukuki ortamın mümkün kılmadığı durumlarda ise, başka isimle legal parti kurulur, kurdurtulur. TSP bu modeldedir. Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ise anlaşılıyor ki, TKP’nin legale çıkmasıdır. TKP’nin Genel Sekreteri Şefik Hüsnü Değmer, doğrudan TSEKP’nin Genel Başkanlığı’nı üstleniyor, politbüro üyeleri ise parti yönetiminde yer alıyor. İşçi sendikaları sorumlusu ise yine Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin işçi sendikaları sorumlusu oluyor. TSP ile beraber Adana, Kocaeli’de, Eskişehir’de, İzmir’de sendika çalışmasına ve parti çalışmasına başlayan TKP kadroları da asıl çatının altında Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’ne geri katılıyorlar.
Anlaşmazlıklar, geçimsizlikler, farklı kadrolaşmalar var ve görünürde problemler buradan çıkmış. Anlatmaya çalıştığım Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, kendisini başka bir isimle legal alana çıkartma denemesidir. Biz Türkiye’de düzendışı solun, devrimci solun önemli bir birikime sahip olduğunu görüyoruz. Ama bu gözlemi yapmamıza imkan veren açılımlar var. Bu açılımların arkasındaki analizler kesinlikle yanlış. Çünkü demokratikleşemeye girildiği varsayımıyla bu kapı açılıyor. Bu yanlış bir kapıdır. Ve 45’deki ilk adımlar, emeklemeler, Tan Matbaası baskınıyla cevaplanıyor. Daha sonra parti ve sendika kuruluşları aralık ayında, hem partilerin de hem sendikaların yasaklanmasıyla sonuçlanıyor. Arkasından da tevkifatlar gelecek. 1950’lere kadar peş peşe TKP, kovuşturmaya uğrayacak ve 50’li yıllarda hakikaten karanlık bir döneme girecek Türkiye Komünist Partisi. 1951 tevkifatıyla TKP’nin hapse giremeyen önemli kadrosu aşağı yukarı yok.
( HİKMET KIVILCIMLI )
Burada en önemlisi Hikmet Kıvılcımlı’dır. Partiyi temsil kavramı olmayan, birikimli, yılların parti üyesi ve yöneticisi ama partiyi temsil etmeye gücü olmayan, önemli bir parti kadrosudur Kıvılcımlı. Hapiste olmayan bir o, bir de Nazım Hikmet vardır. Nazım Hikmet hapisten çıkar, Sovyetler Birliği’ne, kaçar. Sovyetler Birliğin’de hayatını devam ettirir. Onun dışında yurt içinde önemli bir kadro kalmıyor. TKP’nin yönetici kadroları ya içeride, ya hapiste, ya da yurtdışında bulunuyorlar. Hikmet Kıvılcımlı hariç.
– Nazım demişken. Nazım Hikmet’in “Salkım Söğüt” isimli bir şiiri var . Yalçın Küçük bunun bir ağıt olduğunu söyler, Vâlâ Nureddin’e seslendiğini söyler. Ne dersiniz bu konuda?
“NAZIM HİKMET “
Aydemir Güler: Vâlâ Nureddin ile Nazım Hikmet’in arkadaşlıkları çocukluktan. Kurtuluş Savaşı’nın devam ettiği sırada, İstanbul’dan Anadolu’ya geçtikleri dönemden beri arkdaşlar. Daha sonra Sovyetler Birliği’nde arkadaşlıkları, yoldaşlıkları devam ediyor. Vâlâ Nureddin, erkenden komünizm davasında vazgeçiyor. o 1920’lerin başlarındaki bir ağıt.
(VÀLÀ NURETTİN &NAZIM HİKMET)
Sonhaber– Türkiye Komünist Partisi içerisinden Nazım Hikmet, Enver Gökçe, Hikmet Kıvılcımlı gibi aydınlar geçti, bunların ne tarz katıkıları oldu. Aydınlarla ilgili nasıl bir değerlendirmede bulunabilirsiniz?
Aydemir Güler: TKP’nin bir 1920-21 yükselişi var. Hakikaten Türkiye’de ben 70’lerde lisedeydim, solcu olmamak ayıptı. “Kafan çalışmıyor mu arkadaşım, nasıl solcu olmazsın?” derlerdi. Türkiye’de 1920-21’de anladığım kadarıyla, solcu olmayan da solcu taklidi yapıyor. Çünkü çok ağır bir dönemden geçmiş ülke. Yıkıma uğramış, emperyalist saldırıya uğramış. Ve bir halk hareketi var. Halk sokağa çıkınca sola çeker. Birincisi bu. Ama ikincisi de Rusya faktörü, Ekim Devrimi faktörü var. Barış istiyor Anadolu. Balkan Savaşları’ndan gelen bir yıkım dalgası ve Ekim Devrim’yle beraber en azından barışın sağlanması, barışın yayılması düşüncesi. Solcu bir barış, Bolşevizm. Mustafa Suphi’nin uğradığı, Nazım’ın “Kanunisaniyi unutma” şiirine konu olan katliamla, bunlar sonlandırılmak isteniyor. Bir diğeri az önce dediğim 45-46 yılları. Arada 25 yıllık bir ömür var. Sonra o da kesintiye uğrayacak ve 15 yıl daha ileriye atlayacağız. Türkiye İşçi Partisi’nin yükselişini göreceğiz. Türkiye İşçi Partisi 60’ların sonunda gerileyecek, bir dağılma yaşanacak ama bir dizi devrimci hareketle bereaber 73-74’te, Türkiye Komünist Partisi tekrar sahne alacak.
( MEHMET ALİ AYBAR )
Hep kesintiler var. Bu kesintiler kimi zaman 25 yıl, kimi zaman da 15 yıl. Sonra 1980’de yine bir kesinti var. Çok ağır bir kesinti. Filmin durduğunu veya egemenlerin iddia ettiği gibi, komünizmin bittiğini, öldüğünü hiç düşünmeyelim.
Afaki bir şey söylemeyeceğim. Doğru, ama afaki sayılabilecek bir şey bu söyleyeceğim. İşçi sınıfı varsa, hakkını arayan emekçiler varsa komünizm bitmez. Bence bu doğrudur ama çok geneldir. Afaki, yani çok ufka yayılır bir şey. Bunun somutlanması lazım bence. Bu yüzyıllık tarihte partinin, örgütün dağıldığı, siyasi örgütünün olmadığı dönemler de dahil iki çizgi üzerinden bir süreklilik var: Bir tanesi işçi örgütlenmesidir. Genişler, dağılır ama hiç bitmez.
Anladığım kadarıyla hiç bitmiyor. Türkiye’de hakkını arayan işçi, komünistleri örgütlü bir güç olarak, artık neyse o; Bazen TİP, bazen TKP, bazen başka bir şey olarak yanında buluyor. TKP’nin de somut olarak her zaman işçi hücreleri, işçi örgütlenmeleri var. 1930’larda da var, 50’lerde de var bu. Bu sürekliliğin birinci çizgisidir.
Siz aydınlar dediniz. ikinci çizgi de aydınlardır. İsimleri geçelim ama dönüp düşünelim. Çıkartın TKP tezgahından geçmeyenleri. Mesela şiirde Nazım Hikmet’i çıkarın. Ne olacak? Türkçe yazılan şiir ne olacak? Çöker. Resim? Abidin Dino’yu nasıl çıkartıyorsunuz? İmkansız bir şey. Jak İhmalyan? Geçen sene sergisi vardı ve yine herkes durup şöyle bir düşünüyor. Nuri İyem’i nasıl çıkartısınız? Meselâ İbrahim Balaban, çıkartamazsınız. Bunların hepsinin de, doğrudan veya dolaylı katkıları olmuştur. Doğrudan, yani yaşamlarının bir kısmı TKP’de örgütlü olarak geçmiş. Veya dolaylı olarak, yani TKP’lilerden etkilenmiş, TKP’lilerle birlikte bulunmuş, onlarla beraber düşünmüş yayınlarına katkıda bulunmuş. Bu formasyon orada görülüyor.
– Rıfat Ilgaz’ın bir TKP geçmişi var mı?
Aydemir Güler: Örgütlü bir geçmişi olduğunu ben bilmiyorum. Okumadım, duymadım.
– Çünkü O’nun “Karartma Geceleri” isimli bir romanı var. Roman 2. Dünya Savaşı sırasında geçmektedir. Komünistlerin üzerinde bir takibin olduğu dönemdir. Orada aynı zamanda şair bir öğretmenin, polisten kaçışı var. Hapis ve işkence var. Sanki bir TKP dönemi anlatılıyor gibi ?
Aydemir Güler:Bugün de devam ettiği gibi, çok büyük bir baskı var ilerici aydınlar üzerinde. Egemen güçler açısından bu baya obsesyon. Takıntı. Bazen de bir paranoyaya dönüşen bir şey. Yani, her taraftan onların altını oyan, etrafını kuşatan, bir komünist düşman olarak görüyorlar aydınları. Bu baskının dozajını arttırıyor ama öbür taraftanda bir temas noktası olduğunu biliyoruz.
Şimdi Aziz Nesin… Hayatının hiç bir evresinde Türkiye Komünist Parti üyesi olmadığı sabittir.
Ama Mehmet Ali Aybar, TKP üyesidir ve Mehmet Ali Aybar’ın yayın yönetmenliğindeki bir dizi yayın çalışmasında, bakarsınız ki Aziz Nesin de oradadır. Doğrudan üye olması gerekmiyor. Komünistlere beraber düşünüyor, beraber proje geliştiriyor, emeğini ortaya koyuyor. Sadece sanat alanı da değil.
Halet Çambel’i çıkartın. Kötü bir şey olsun diye söylemiyorum, arkeoloji Almanlara kalır. Halet Çambel’dir Türkiye’de, Türkiyeli arkeolojinin kurucusu. Mesela sosyoloji, öncesi var tabi ki ama bir de Behice Boran var. Behice Boran’sız köy sosyolojisini nasıl okutacaksınız?
(BEHİCE BORAN)
Bugün okutuluyor mu başka. Bir bilimsel birikim, bir düşünsel birikim varsa Türkiye’de, orada TKP’nin içinde örgütlü olarak yer almış veya TKP ile birilikte nefes alıp vermiş bir aydın birkimi kesinlikle var. Bakıyorsunuz 20’lerde de var, 30’larda da var, 40’larda da var ve hiç bitmiyor. Son olarak geliyorsunuz, üstünden 40 yıl geçti ama 12 Eylül var. 12 Eylül’den hemen sonra çıkan iki dergi vardır: “Bilim ve Sanat” sonra da “Yarın”. İkisi de Türkiye İşçi Partisi’nin kararıyla kurulan yayınlardır. TİP’li olsun, TKP’li olsun veya hiçbiriyle örgütlü bağı olmasın. Türkiye’nin, faşist cuntaya direnmeyi düşünen bütün aydınları, bilim insanları bu dergidedir. O kapıyı da açan TKP’liler olmuştur. Bu yüzyıllık tarih defalarca kesintiye uğramış, defalarca bir önceki birikim tasfiye edilmiş sonra yeniden kurulmaya başlanmış. Bir süreklilik de var bu yüzyılda ve bu süreklilik afaki bir şey değil. Somut olarak aydınlar ve işçilerle devam eden bir sürekliliktir.
– Bir 68 parantezi açalım. Solun tarihi açısından bir dönüm noktası…Yükselen bir gençlik hareketi var. Bu dönemde ve sonrasında gençlik farklı arayışlara yöneliyor. Mesela o dönemde yine eski bir TKP’li olan Mihri Belli’nin Milli Demokratik Devrim tezi var. Fakat orada da kalmıyor gençlik. Daha farklı yönlere bakıyorlar. İşçilerin, köylülerin direnişlerinde de görülen gençlik, neden TKP’li olmadı, veya TİP içerisinde kalmadılar?
( MİHRİ BELLİ)
Aydemir Güler: Mihri Belli 1940’larda, Türkiye Komünist Partisi Merkez Komite Üyesi. Gençlik çalışmalarından sorumlu merkez komite üyeliği yapıyor. 51 tevkifatında hapse düşüyor.
60’larda Mihri Belli’yi tekrar aktif siyasetin içerisinde görüyoruz. 68 Hareketinin yükselişini ve gençlik hareketini, komünist haraketin tarihi içine yerleştirmekte zorluk çekeriz. Aradaki ilişkileri, bağlantıları görmezden gelen, önemsemeyen ise çok büyük yanlış yapar. “68 Gençlik Hareketi bu yüzyılın organik hareketidir” dersek zorluk çekeriz.
Bu bir kere o dönemin kadrolarına, başı çeken unsurlarına, devrimcilere hakısızlık olur. Çünkü onlar, yaptıkları eylemleri bir kopuş olarak görüyorlar. Sonrasında da, 68’i kendi milatları olarak alan bir dizi siyasi hareket var. 68’i, öncesi 50 yıllık olan yakın bir sürecin devamı olmaktan ziyade oradan bir kopuş olarak görürler. “Biz geçmişe sahip çıkarız, saygı gösteririz ama 68’de biz koptuk” diyorlar.
Koptuk diyenleri zorla yüzyıllık tarih içerisine sokuşturmak saygısızlık olur. Saygıyı korumak gerekiyor. Bir de tarih dediğimiz şey, hiçbir zaman geçmişte bitmiş bir şey değildir. Öyle olunca unutuluyor zaten. Hatırlamak için nedenimiz olmuyor. Bugün de bir bağı olduğu için, biz geçmişte kalan bir takım hareketleri, olguları, insanları, hatırlıyoruz tartışıyoruz ve değerlendiriyoruz. Bugüne bir etkisi olmasa kim niye hatırlayacak? Arşivlerde kalır. 68’de bugün, başka bir dizi tarihsel dönem veya olgu gibi tartışılıyor. 68’in içinde bir dizi öğe var. Kimileri bugünden baktıklarında, özgürlükçü yanını öne çıkarmayı tercih ediyor.
Kimileri ise 68’in devamı olarak gelişen mücadele yönetemlerini öne çıkarıyor. Örneğin, silahlı mücadele yöntemini veya gerilla mücadelesi yöntemini işaret ediyorlar. Bütün bunlar tabi ki tartışmaya açık. Ben kendi payıma 68’in en değerli yanının Anti-Emperyalizm olduğunu düşünüyorum. 68 Harreketi’nin, Anti-Emperyalizm’i Türkiye toplumunda görülmemiş boyutta yaygınlığa ve meşruiyete kazandırdığını düşünüyorum. Sürekliliğin ise burada olduğunu düşünüyorum. 68’in diri olan yanı başka yanları değil veya ona yakıştırılan kimi yanlar değil. Bu sürekliliğin, Anti-Emperyalizm olduğunu düşünüyorum. Tabi ki Türkiye İşçi Partisi çok güçlü Anti-Emperyalist bir harekettir.
Ama 68 Gençlik Hareketi, Türkiye’nin önüne serilen, o “Soğuk Savaş” ideolojisini kaldırıp atan, paramparça eden bir şeydir. 2.Dünya Savaşı’nın hemen sonu itibariyle Türkiye; Batıcı, Anti-Komünist, NATO’cu, Amerikan hayranı, “American way of life” diye akın akın giden bir ideolojik bombardıman altında düzlenmeye çalışıldı. 68, onu nihai olarak yırttı, kaldırdı attı. Bu çok büyük bir değerdir ve en fazla bu yanıyla bütün ilerici, devrimci, komünist hareketlerin mirasçısı olduğu bir deneyimdir. Ama “beğendiğim yanını alayım, beğenmediğim yanını atayım.” demek başka bir saygısızlık türü olur. Gençlik hareketinin, partisiz damarı bizim onaylayacağımız bir yan olamaz.
Bölünmeden şikayet ediliyor ya… Tek başına bölünme, bölünmüşlük, birliğin dağılması problem değil. Bolşevikler, Rus Sosyal Demokrat işçi Partisi içinden bir hizip olmasaydı, Ekim Devrimi olmazdı. Bütün dünyada komünist partiler, Sosyal-Demokrat Enternasyonal’i böldükten sonra kurulmasalardı, Sosyal demokrasi bugünkü İngiliz İşçi Partisi’ne veya Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne kalırdı. İşte bunlar emperyalist partilerdir. Dolayısıyla, komünizm de yok olurdu. Bölünme tek başına lanetli kavram veya olgu değil. Ama parti fikrinin neredeyse yok edilmeye doğru gitmesi, parti fikrinin ağır bir tahribata uğraması 68’den sonra, dostların arasındaki günahıdır. Buna 68’in pozitif yanlarını görüp, “bunu da görmeyivereilm” denilmesinin samimi bir yaklaşım olmadığını söylemek durumundayım. Sahip çıkalım ve aynı zamanda eleştirelim de.
Aynı eleştirileri TKP’nin kendisi için de yapmak durumundayız. Az önce örneğini vermeye çalıştım. 45-46 yanlış analizdir. Sağ politikalar benimsenmiştir. Ama o dönem Türkiye Komünist Partisi’nin ne kadar ciddi bir birikime sahip olduğu da görülmüştür. Ve o işçi sınıfı örgütlenmesi son derece değerlidir. 68’i toptan sahiplenen veya toptan karalayan bir yaklaşımla değil, daha yakından bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Bir şey daha sizin soruda vardı. Şimdi Türkiye Komünist Partisi 60’lı yıllarda ülke içinde örgütlenmiyor.
Örgütlenmeme kararı var. Bu süreçte Türkiye İşçi Partisi’ni destekliyor. Türkiye İşçi Partisi ise gençlik hareketini anlamayan istemeyen bir ilginç çizgidedir.
Partisizleşme ve parti fikrinden uzaklaşma, o dönemki devrimci gençlik hareketinin günahı değildir sadece. Bu gençlik dinamiğini kendi dışına ittiren ona yabancı kalan bir de parti vardır. Gençlik hareketinde, onun devamında Türkiye solunda, parti fikrinin zayıfladığı bir dönem açıldı ve bu olumsuz bir dönem oldu. Bu dönemde buna en fazla sebep, parti fikrinden uzaklaşmakta olan kişilerden kaynaklı değil, onları kendinden uzaklaştıran parti oldu .
Türkiye İşçi Partisi’nin 1960’ların ortalarından itibaren yöneticilerinden herkes dahil olmak üzere gençliğin devrimci dinamiğini, işçi sınıfı partisi içinde güçlendirmek, onun içinde yoğurmak, işçi sınıfı mücadelesine bir devrimci ruh katmak, gençlik hareketine de, bir parti ile sosyalist devrimi düşünen, sosyalist iktidarı düşünen, aktivizmden ibaret olmayan bir nitelik kazandırma doğrultularda hiçbir hareket içinde olmamışlardır. Ve onların günahı bana sorarsanız daha fazladır.
– Ve geliyoruz 70’li yıllara… 12 Mart’a rağmen sol tekrar yükselişe geçiyor. Ve TKP’nin “73 Atılımı” diye bir dönemi var. O dönemi nasıl değerlendirirsiniz?
Aydemir Güler: Türkiye İşçi Partisi o genç devrimci hareketi, eski TKP’li kadroları, 27 Mayıs’cı aydınları, sendikacıları, asla sol bir damardan beslenmeyen bir işçi sendikacıları kuşağı, Kürt demokratlarını, sol-sosyalist ve ilerci Kürt demokratlarını, Alevileri, Alevi aydınlarını, bunları ve akla gelebeilecek başka unsurları vs. Bir araya getirdi. Bu büyük başarı.
Türkiye İşçi Partisi bir araya getirdiklerini, bir arada tutamadı. Çünkü Türkiye İşçi Partisi bana sorarsanız bir işçi sınıfı partisi olamıyor. İşçi sınıfı partisi işçilere, geleneksel kadrolara daralmak anlamına gelmez. İşçi sınıfı partisi tabi kitle partisi değildir, kadro partisidir ama kitleselleşmeyi başarabilen bir parti çizgisidir. Türkiye İşçi Partisi bunu başaramamıştır.
Türkiye İşçi Partisi bir yüzeye yayılan solcu, ilerici, anti-emperyalist, halkcı, işçici bir propaganda partisidir. Bu kadar karmaşık bir yapıyı bir arada tutmaya bu yetmez. Orada gerçek, topluma yönelik dışa dönük mücadelede bir önderliğin inşa edilmesi, partinin bir öncü parti olarak inşa edilmesi gerekiyordu. TİP legal bir parti ve seçim partisi olarak kendini inşa etmiştir. İçe dönük bir öncülüğü olması gerekir.
Ama onunla da hiç alakası olmamıştır. Biraz serpilen, insiyatif alamaya yeltenen dinamikleri kendi içinde baskılamıştır. Bunun adını koyalım.
En fazla genişlik olduğunda bunu yapmıştır birinci Türkiye İşçi Partisi. Şimdi TKP’nin 73 atılımı ve tabi ki öncesindeki hazırlıklar, bana sorarsanız bu boşluğu, bu büyük tarihsel zaafı gidermeye dönük bir haraketidir.
Türkiye Komünist Partisi 60’lı yıllarda TİP’in ya açığa çıkmasına vesile olduğu yada bizzat örgütlediği bir takım toplumsal dinamikleri, devrimci doğrultuda ama bir parti çatısı altında, ama bir parti örgütlülüğü altında bir kalkışmaya hazırlama girişimidir. 1973’te, dönemin TKP merkez komitesi atılım kararı alır. 74 başında da “Atılım” adıyla da, bir merkez komite yayın organı yayınlanmaya başlanır. Öncesi var. Öncesinde işçi hareketi içerisinde ciddi bir örgütlenme var. Ama 74’ten alırsak, 77 başı yani üç yıl sonra Türkiye Komünist Partisi, Türkiye’de işçi hareketine yön veren, 1 Mayıs’lara imza atan, 68 hareketinin ortaya çıkardığı bir dizi hareketle, neredeyse benzer bir niceliğe sahip bir gençlik hareketi kuran, ilk defa bir kitlesel kadın hareketini örgütleyen, “İlerici Kadın Hareketi”, “İlerici Gençlik Derneği” ile birlikte büyük bir partidir.
Türkiye’deki siyasal hareketlere, siyasal dinamiklere etkide bulunan bir güç haline gelmiştir. Buraya kadarı hakikaten başarılıdır. Atılım bu. Ama 1970’lerin Türkiye Komünist Partisi, Türkiye solunun diğer kesimleri içinde tekrarlayabileceğimiz bir sorunun, büyük sorunun yanıtını verememiştir.
77,78,79 yıllarında “Türkiye ne durumda?” sorusunun cevabı birkaç türlü verilebilirdi. Bir tanesi ortada bir terör var: Faşist Terör. Kitle kıyımlarına da ulaşan ama gündelik olarak; Solcu, devrimci, genç, aydın katliamlarıya giden, kimi zaman günde 30 kişinin öldürüldüğü bir kan dönemidir. Ve faşist hareket, emperyalist bir hareketin parçası olarak Türkiye’yi bir darbeye hazırlamaktadır.
İkincisi, bu bir kriz. Türkiye yönetilemiyor. O dönem, Türkiye’nin ekonomi politikaları tıkanmış, batıyla ilişkilerinde ise çok ağır sorunları var. Yönetilemiyor. Düzen içi problemler olmakla birlikte bugün de AKP iktidarı Batı ve dünya ile olan ilişkileri yönetemiyor.
Bu bir kriz. Bu AKP’nin doğru yaptığı anlamına gelmez. 70’li yıllarda da Kıbrıs bir kriz, yönetilemiyor. Haşhaş ekimi problem, yönetilemiyor. Türkiye’nin üçüncü dünya ülkeleriyle ilişkisi, komşusu olduğu Sovyetler Birliği ile ilişkileri ve Batı ile ilişkileri vs. Yönetilemiyor bunlar. Şimdi terör, Türkiye’nin egemen güçlerinin krize verdiği yanıt ve hazırlıktır.
Türkiye solunun hazırlığı ise yoktur. Türkiye solu bu teröre karşı direnmeye ve mevzilerini korumaya çalışmıştır. “Senin stratejin ne?” sorusunun yanıtını aradığımızda ne yazık ki bulamıyoruz. Türkiye solu 70’lerin ikincii yarısında ne yazık ki bir stratejiye sahip değil.
Mücadele ettiği düşman sınıfın stratejisi var. Tabi ki o da yekpare bir bütün değil ama sonunda bir strateji. Ve bir darbe hazırlığı stratejisi oldu. Türkiye solunda ise yok. Türkiye Komünist Partisi’de buna dahil ve yanıt verememiştir.
Türkiye İşçi Partisi’nin 60’lı yıllarında ki gibi seçim başarısına, seçimde önemli bir birikim elde etmeye, birkimi sıçratmaya yöneltmesi hiçbir karşılık bulmadı ve çöktü. Türkiye Komünist Partisi’nin işçi sınıfı içindeki elde ettiği mevziler en başta DİSK olmak üzere 77 sonu itibariyle ağırlığının azaldığını, geriye çekildiğini biliyoruz. DİSK’te sosyal demokratlar, yani CHP ağırlığını arttırıyor. Temel problemin bu olduğunu düşünüyorum.
73 atılımı; 77,78,79 yıllarındaki yıllarındaki çok kritik döneme yanıt veremedi. Bana sorarsanız 70’li yıllardaki Türkiye solunun en önemli politik açılımıydı 73 açılımı. Ama sola bir devrimci strateji kazandırmadı. Bu somut bir şey olmak zorundadır. 77-79 aralığında Türkiye solu topluca faşist terörün tehdidi karşısında CHP’nin o Ecevit umudu, Ecevit dalgası, onun solun etkilerini, solun kitleleri üzerinde oluşturduğu sempatiyi de karşılayamayarak, bir demokrasi çizgisine çekilir Türkiye solu. Demokrtik hakları koruma, kazanma yolundadır. CHP’nin işçi hareketini soldan almaya çalıştığı, aldığı ve gerektiğinde devletle işbirliği yaparak, devlet operasyonlarının bir parçası olarak da bunu yaptığı dönem. Faşist hareketin bir devlet operasyonu olarak solu baskıladığı bir dönem. O dönemde solda onlarca örgüt mevcut. Aralarında binbir tane farklılık var ama topluca demokrasiyi, demokratik hakları savunma çizgisine çekilmiş durumda. Buradan bir başarı çıkması imkansızdır. Kabaca böyle özetlemeye çalışayım.
-Türkiye Komünist Partisi 80’lerden sonra nasıl bir rotaya girdi?
Aydemir Güler: 80 sonrası onlarca idam. İdam sayısından çok fazla kaçarken vurulanlar, işkencede öldürülenler ve tabi ki çok büyük politik bir göç. Bir anı kitabında dönemin Türkiye Komünist Partisi için verilen sayı yaklaşık bin kadronun yurtdışına çıktığıdır, Kitapta bu kadar kişinin çıkartıldığı yazar. Şimdi bunlar 70’li yıllarda oluyor. Türkiye’de devirimci mücadeleyi, işçi sınıfı mücadelesini taşıyan bir kuşak tasfiye oluyor.
Birkaç tane günlük gazetenin çıktığı; TKP, Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu gibi değişik eğilimlerde kitlesel hareketlerin olduğu, tabi bunlar en büyükleri. Kurtuluş Hareketi’nin vesaire başka hareketlerin, Halkın Yolu’nun vs. Onların da kitlesel olmadığını söyleyemeyiz. Bir dizi kitlesel hareket var. Bu hareketlerin geniş hali anlamıyla, topluca yenilgimizdir 12 Eylül.
Ama 12 Eylül sadece bu yarattığı vahşet üzerinden okunursa yanlış yapılır. 12 Eylül aynı zamanda ANAP liberalizmidir. O liberalizm Türkiye icadı değil. 73’de Şili’de Pinochet darbesinin ekonomik programı Neo-Liberal programdı ve Amerika Birleşik Devletleri’nde o dönem “Chicago Ekolü” denen onu yaratan profesörler, o faşist cuntanın ekonomik programını yapmışlardı. Türkiye’de de aynı şey oynandı. Türkiyede faşist bir darbenin ekonomik ve sosyal programı Neo – Liberal bir programdır ve orada da ANAP’ın rol adlığını görüyoruz. Bu sadece Türkiye solunun zulümü ve işkenceleri, sürgünleri değil. Bu liberal kuşatmalar da ağır bir şekilde etkiledi. Türkiye solunda, 80’lerin ikinci yarısında kendiliğinden yükselen bir işçi hareketi var, bahar eylemleri yükseliyor. Faaliyetten alıkonulmuş solcu sendikalar, TÜRK-İŞ sendikaları sola kayıyor. Engellenemez bir şey. Hakkını arıyor çünkü işçi sınıfı ve aradıkça da bu sola meyil ediyor.
Kaçınılmaz bir durum. Ama Türkiye solu o dönemde yaygın bir şekilde “İşçi sınıfı ne kadar değişti?” “Proletarya devam mı ediyor?” , ” Elveda mı?”, “Parti fikri korunmalı mı, yoksa artık geride mi kaldı?”, “Ekim Devrimi zamanında mı yapıldı, yoksa yukarıdan inme elitist bir darbeden farkı yok muydu?”. Bunları tartışıyordu Türkiye solu.
Öldürülenleri, faşist cunta öldürdü ama Türkiye solunun devrimci aklını ise bu neo-liberalizm öldürdü 80’li yıllarda. Buna kuşkusuz solun bütün kesimleri teslim olmamıştır. Bütün kesimlerin içinde devrimci damarlar, devrimci arayışlar olmuştur. Ama bu devrimci arayışların herhangi bir tanesinin üstün geldiğini de görmüyoruz. Başka hareketler bir yana, Türkiye Komünist Partisi’nin ve Türkiye İşçi Partisi’nin 87’de birleşmelerinden sonraki Türkiye Birleşik Komünist Partisi bir likidasyon hareketidir. Burada TBKP üyesi olmuş, TBKP’de sorumluluk üstlenmiş sayısız yüzlerce, belki de binlerce miltanın devrimci kimliğiyle ilgili bir şey söylemiyorum.
Bu insanlar işçi sınfı mücadelesini ve devrimi aramaya devam ediyorlar. Ama Türkiye Birleşik Komünist Partisi “Parti olmayan parti” dedi. “Sovyetler Birliği yanlıştı” dedi. “Komintern de yanlıştı” dedi. “Ekim Devrimi de yanlıştı” dedi. Ne kadar devrimci niyetlerle orada bulunursanız bulunun, bu bir sağa kayma, liberalleşme dönemidir. 1990’da Türkiye Birleşik Komünist Partisi legal olarak kuruldu. 1991’de kapatıldı. Sonrasında “İşçi Sınıfı Partisi” modelini reddeden bir süreçten çeşitli partileşmeler, büyüyerek farklı grupların katılımıyla, zaman zaman toplumsallaşarak, zaman zaman mecliste temsil imkanı bularak. Sanırım Birleşik Sosyalist Parti’nin mecliste ilk kurulduğunda galiba 4 milletvekili olmuştu. DSP’ye geçen veya SBP’ ye geçen olmuştu. ÖDP’ye geldiğimizde ÖDP büyük ve kitlesel bir parti olarak kuruldu. Ama bu kol Türkiye solunun bu liberal kuşatma altında ideolojik olarak gerileyen, devrimci kimliği zayıflayan kolu oldu diye düşünüyorum.
Daha önce 1978’i işaret etmiştim. 78’de de. Bir tesadüf değil, Dev-Yol bölünür, Kurtuluş Hareketi bölünür, TSİP bölünür, TİP bölünür, TKP bölünür. Bütün Maocu hareketler bölünür ve hepsinde de birer sol kanat çıkar. Bu sol kanatlar genel olarak Türkiye’de, o krizin bir devrimci krize dönüşmekte olduğunu veya dönüştüğünü iddia ederler. Türkiye’nin bir zayıf halka olduğunu iddia ederler. Ülke zayıf halkaysa işçi sınıfı partisi, devrimci bir kalkışmayı örgütleyecek. Devrimci kriz varsa, oraya gidiyorsa Türkiye, yapılacak olan budur. Burada demokratikleşme görevi, faşist baskıları durdurma görevi var. Demokratikleşme yani Cumhuriyet Halk Partisi’ne tutunma dönemi ve bu yolu benimseyen ana akımlar, 80 sonrasında da o liberal basıncın, dezenformasyonun bence etkisi altında kaldılar. İster 78’de ister daha sonraki yıllarda, çeşitli muhalefet öbekleri de; başını gösterdi ve şekillendi. Bu soldaki ana akıma, gerilemeye, liberalleşmeye, göğüs germeye çalışıldı.
Bizim hareketimiz 78’de, Türkiye İşçi Partisi’nden ihrac edilen bir grubun çıkardığı “Sosyalist İktidar Dergisi” grubudur. Bu topluluk 80’li yıllarda bir örgüt haline gelir, 86 yılında “Gelenek” dergisini yayınlamaya başlar ve 92’de “Sosyalist Türkiye Partisi” olarak partileşir. Daha sonra STP’nin kapatılmasıyla Sosyalist İktidar Partisi adını alarak devam etti bu hareket. Temel olarak. 78 dönemecinde Türkiye’nin bir devrimci kriz yaşadığı, Türkiye’de doğru stratejinin bir sosyalist iktidarı hedefleyen bir kalkışma olduğunu savanun hareket. 80’li yıllarda da soldaki bu liberal kuşatmaya, liberal basınca karşı durdu ve o anlamda geleneği savundu. Savunduğumuz gelenek açık, Ekim Devrimi geleneği. Marksist- Leninist gelenektir. 2001’de Türkiye Komünist Partisi adını aldığında solda bir dizi tartışmaya neden oldu. O tartışmaların bir önemi yok. Kastımız şu: Bir dönemi kapatalım. 70’lerin sonlarından, 2000’lerin başlarına kadar Türkiye soluna damga vuran demokrasici, iktdarı ele geçirmeyi, devrimi, düşünmekten ziyade, ülkenin demokratikleşmesi üzerinden kendine yol haritası çizen, bu arada o demokratikleşme adına kâh CHP’ye, kâh ANAP’a, kâh SHP’ye, kâh SODEP’e bel bağlayan ama işçi sınıfının kendi ayakları üzerinde bir kalkışmaya yönelme ihtimalini geri plana iten dönem.
Bu dönemi kapatalım. Türkiye komünist hareketini, sosyalist devrimci bir hat üzerinden yeniden inşa edelim. Türkiye solunda ana akım, devrimci iktidarı düşünen ana akım haline gelsin, kastımız buydu. Bugünkü Türkiye Komünist Partisi’de bu çizgidir.
AYDEMİR GÜLER
-Peki 2000’li yılları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sosyalist İktidar Partisi’nin TKP adı ile sahneye çıktığı ve Türkiye’nin 20 yılına tanıklık ettiği bir dönemden bahsediyoruz.
Aydemir Güler: 1980, şimdi bir karşı devrimdir. AKP’li yıllara yayılan o da neredeyse 20 yıla yaklaşıyor. Bu dönemde zamana yayılmış bir karşı devrim sürecidir. Ne yazık ki şu: 1920’li yıllardaki sol yükseliş, Karadeniz’de katliamla sonlandırıldı. Şimdi o sonlandırma Türkiye’de bir burjuva devrimiyle birleşmiştir. Burjuva devirmleri her zaman böyledir. Tarihsel bir ilerlemedir ama kendi solunu budar. Tarihsel bir ilerlemedir ama komünist hareketin yenilgisini de içinde barındırır. 2. Dünya Savaşı sonunda artık savaştan sonra demokrasi değil, bir tür soğuk savaş faşizmi var.
Savaş yıllarında Türkiye’de NAZİ hayranlığı ile yükselen ırkçı akımlar var, baskıcı bir dönem var. Bir tuhaf Amerikancılık, abartılı, çılgınca bir Amerikancılık var. Bir karşı devrim dönemdir. Türkiye’de sol 2. Dünya Savaşı’nın sonunda başını kaldıracak iken yenilgiye uğrar. 51 Tevkifatında ” Ne yapalım tutukladılar hepimizi” demek bir yenilgi… Bu bir polis operasyonu değil. Bu politik bir yenilgi… 60’lardaki durum patapat durumudur. Yenilgi durumu olduğunu söyleyemeyiz 12 Mart’ın. Ama bir karşı devrimci hamle görüyor Türkiye. Ardından 70’lerdeki yükselişte ve 12 Eylül Darbesi ile görüyor. 2000’li yılları ise karşılayan bir sol yükseliş yoktur.
Ama 1990’lar ise çok ilginç bir dönem. Türkiye’de solun, solculuğun, devrimci bir alternatifin, halk kitlelerinin sola meyil etmesinin, hiç de abartılacak bir görüntü vermediği, tam tersine Türkiye’nin sağcılaştığı bir dönemede, Türkiye kapitalizmi yönetilemez bir hale geldi, 90’lı yıllarda. Avrupa Birliği meselesi yönetilemedi, Türkiye’yi dünyaya eşit bir hale getirmeye çalışıyorlar olmuyor. Türkiye yerlerde sürünüyor, Kriz, krizi izliyor. Kürt Sorunu yönetilemiyor. Demokrasi sorunu “şöyle bir açılım yapalım, olmadı silahla bastıralım, ezelim geçelim” fikri hiçbir türlü tutmuyor.
Ne demokrasi açılımını gerçekleştirebiliyorlar, ne silahla ezebiliyorlar. Kürt hareketi kontrol edilemeyen bir kriz dinamiği. İslamcı hareket ise Türkiye’de 12 Eylül’le birlikte Kenan Evren tarfından kürsüde örgütlendi. Elde Kur’an- ı Kerim ile miting yapılarak örgütlendi. Türk-İslam sentezi diye bir şey uydurdular resmi ideoloji haline getirdiler. Sonra 90’lı yıllarda Türkiye’nin bütün taşları yerinden oynadı. Düzen içinde “Nereye kadar islamcılık?”, “Nereye kadar laisizm?” ayarı yapılamadı. 90’lı yıllar Türkiye’de çok ağır bir yönetme krizidir. Bu krize Türkiye solu kılıcını atamamıştır. Ama krize yanıt, AKP’nin karşı- devrimidir bence. Bu karşı devrim, bir sol veya alternatif devrimle yapılamadı. Fakat sol-devrimci bir alternatifin örgütlenmesi için koşulların son derece uygun olduğu ve bundan kaynaklı sistem, kendi içinde bir dağılmayı ortadan kaldırmak için gerçekleştirdi.
TKP’nin bu son 20’li yıllardaki dönemi de AKP’li yıllarda geçti. Bu dönemin bütünü başka bir soruyu karşımıza koydu. Son 20 yılın TKP’si bu sorunun yanıtını arayan TKP’dir. Dünyanın ve Türkiye’nin devrimci olmadığı dönemde “Devrimci bir işçi sınıfı partisi inşa edilebilir mi?”, “Bu devrimci işçi sınıfı partisi, işçi sınıfı kitlesinin içinde yaygınlaşabilir mi?”, “Genel bir toplumsal desteği alabilir mi?” bu yanıtların arandığı bir dönem olduğunu düşünüyorum, bu son 20 yılın. Siyasal, toplumsal devrimler, devrimci parti olmadan gerçekleşemez ama hiçbir devrimci parti, devrimi yoktan var edemez. Devrim objektif bir gerçekliktir. Devrimci durum insan iradesinden bağımsız olarak, toplumsal, tarihsel, onlarca sayıda mücadele sürecinin bir sentezi olarak ortaya çıkar. Ve devrimci parti buna müdahale eder. Bu 2000’li yıllar, dünyanın da Türkiye’nin de devrim nesnelliğinin teneffüs edilemediği, solunulmadığı dönemlerdir. Bu dönemde “Madem devrim güncel değil, o zaman başka bir şey yapalım” diyen akımlar ortaya çıkar. Ama bizim geleneğimiz, Leninizm geleneği, bu dönemlerde de devrimci partinin güçlendirilmesi, inşa edilmesi, kök salmasını tercih eden gelenek olmalıdır. Zorlu bir dönemdi ama TKP bunda hep ısrar etti. Bunu kaldırırsanız bugünkü TKP biter. Bugünkü TKP kendisine “Madem devrimci bir dönemde değiliz o zaman onu saklı tutalım, o geleceğe ait bir şey olarak dursun, biz bugün başka şeyler yapalım”, “Demokrasi mücadelesi, demokrasi kültürünün genişlemesi, barış kültürü… Böyle yerlere gidelim” denmesi bugünkü TKP görüşü değildir. Bu bugünkü TKP’nin yadsınması, inkarı olur. Bu son TKP ise devrimci olunmayan bir dönemde, işçi sınıfı partisinin kurulması ve toplumsal bir güce kavuşmasını, kitlelere ulaşmasını sürekli hedefleyerek bu yolda devrime hazırlanmasıdır.
- Son olarak, 2019’un son çeyreğinde Şili’de halk sokaklara çıktı. Ve yine Fransa’da hem geçtiğimiz sene, hem de bu sene sokak eylemleri gerçekleşti. Yoksulluk, eşitsizlik büyüyor. Bir kımıldanma, bir tepki de var emekçilerde. Fakat örgütsüzler…Malesef intiharlar da yaşandı. Ve her neo-liberal saldırı da örgütsüz karşılanıyor. Peki ne zaman hava işçilerden yana dönecek?
Aydemir Güler: Şu son 20 yıla girmeden önceki dönem, Ekim Devrimi ve onu merkeze alan bir yıkılışa sahne oldu çok ağır birşeydir ve “Bir denedik olmadı” denecek birşey değildir. Sovyetler Birliği, dünyanın en ileri sanayi ülkelerinden biriydi. Sadece Sovyetler Birliği değil, Demokratik Almanya ve Çekoslovakya’da ileri düzeyde sanayileşmiş sosyalist ülkelerdi. Büyük bir toplumsal ilerleme söz konusuydu. Amerika Birleşik Devletleri’nde ırkçlıktan geçinilmediği dönemde, Sovyetler Birliği’nde ırkçılık yapana deli muamelesi yapıldığı bir dönemdi. Tıp alanındaki, eğitim alanındaki, teknoloji alanındaki ilerleme göz kamaştırıcıydı ve bütün bunlar yıkıldı. Ağır bir şekilde tasfiye edildi. 20.yy’daki işçi sınıfı kazanımları çok büyük ölçüde tasfiye edilmiştir, kazılmıştır. Bunun etkilerinin öyle kısa bir sürede geçmesi imkansızdı. Bunun etkileri arasında komünist partilerin kendileri de var. Komünist hareket dünya ölçeğinde çok ağır bir darbe aldı. Bu darbenin içinde en önemlisi kendini anlamlandırması.
“Bir işçi sınıfının öncü partisi anlamı doğru mu, bu geçerli mi, bu makul bir şey mi, yoksa bu da yenilip tarih mi oldu?”, “Bunun yerine başka bir şey mi koymamız lazım?” Şimdi o çaptaki bir yenilgiden sonra, bu sorunun masaya gelmemesi imkansızdır. Bu soru masaya geldi ve bugün birbirine benzemeyen ögelerden oluşan uluslararası komünist hareket var. “Bu kadar benzemiyorsa, var mı?” diye sormak da mümkün. Çünkü, görülmemiş biçimde çok kanatlı, çok kollu, çok renkli bir komünist hareket var. Ve bu bir krizdir. Komünist Hareket böyle olamaz. Komünist Hareketin bir model haline yeniden dönmesi gerekir. Bir bu. İkincisi ise komunist harekete yönelik toplumsal algı. Yenilgiye uğramış, bitmiş. İyi şeyler yapmış, iktidara geldiği yerlerde de iyi şeyler yapmış. Mesela işsizliği kaldırmış, kadınların eşitliğini sağlamış, dini istismarı, siyasal alandaki istismarı kaldırmış. Ne kilisede, ne camide kalmamış böyle birşey.
Böyle mi? Yoksa savunduklarıyla insanlara mal olmuş, değerleriyle geleceği ilişkin sözü olan bir şey mi? Geniş halk kitleleri de bu konuda ikircikli bir yaklaşıma sahip hale gelmiş. İşte bunların yanıtlarının oluşması lazım. Bunlar belirsiz kalarak komünist hareket anlı şanlı günlerine geri dönemez. Bu soruların yanıtları oluşmadan dünya siyasetinde gerçek, kalıcı bir anlamda sola yönelim de olamaz. Bizim bu sorulara parti olarak yanıtlarımızın hiç sarsılmamış olması başka bir şey; bunun emekçilere, sıradan insanlara mal edilemesi, ulaştırılması başka bir şey. Bugünden yarına Türkiye’de, Türkiye Komünist Partisi bir iktidar alternatifini temsil etmiyor, bu çok açık.
Çok büyük bir ülkedeyiz ve onun içinde Türkiye solunda büyük bir hale gelse de Türkiye Komünist Partisi, bir iktidar alternatifi durumunda değildir. Komünzim, geçmişte kalan bir şey değil, geleceğe de seslenen bir şeyin olduğu işçi sınıfı partisidir. Komünizm bu demektir. Her şeyden önce işçi sınfının öncü partisi, devrimci partisi… Bu demektir. Bu anlamda geleceğe dair sözü olduğu toplumsal bir yargının oluşması lazım. Bunun elde edilmesi lazım. Türkiye’de devrim güncelliği yok, iktidar güncelliği yok, tarihsel güncellik var.
Dünya işçi sınfı devrimi sosyalizme geçiş çağında olmaya devam ediyor ama bugün devrim günümü? Hayır değil. Komünizm geniş kitleler tarafından Türkiye’de bir seçenek, bir toplumsal alternatiftir. Bu makul bir şey. Öbürleri bir şey söylüyor makul oluyor, bu da makul ve öbürleri kadar gerçekleştirilebilecek bir proje, bir program.
Böyle algılanılabilir durumlara gelmesi güncelliğini gösterir. İlk önce bu alanın fethedilmesi lazım. Bu alan fethedilmeden olmaz. İnsanlar ilk önce baktığında “Komünizm, halkın çıkarlarını savunan bir akım ve Türkiye’yi yönetebilme ehliyetine sahiptir” diyebilmeli. Bunun “normalleşmeye” ihtiyacı var. Ve ben bunun yaklaştığını düşünüyorum. Bu meşruiyet kazanılmadan “ben devrim yapacağım” diye çıkan polisiye vaka durumuna düşer. Türkiye’deki durumu abartmayalım, gerçeği yansıtamayan bir ayna tutmayalım. Buna kimse inanamaz, kendimiz de inanamayız.
Türkiye’de komünizmin gerçek bir siyasal, toplumsal seçenek olduğu. Komünizm denen şeyin de soyut bir fikir içinde bir şeyler beğenilebilecek bir fikri değil, iktidarı hedefleyen bir siyasi fikir olduğunu ve ben Türkiye’nin bu eşikte olduğunun düşünüyorum.
SONHABER
Akın Sabur / Semih Öz
(Bu röportaj Türkiye`de Covid-19 salgınının görüldüğü tarihten önce gerçekleşmiştir.)