Sevgili Mehmet yoldaşım,
Sorduğun üç sorunun yanıtını tek bir söyleşide toplamaya çalışacağım. Yanıtlarım, yazı dili gibi değil de, hasbıhal ya da sohbet gibi olacak. Hatta kendi kendimle fısıldaşır gibi… Görüşlerimin dayanaklarını mealen aktaracağım. Hayattan aklımda kalanın özeti gibi… Öyle fazlaca tırnak işaretleri, alıntılar, italikler filan da olmayacak. Kelimelerin üzerinde şapkaları da eksik kalacak. İzliyorsa, sevgili Attila Aşut yoldaşım bağışlasın. (Burada bir emoji, gülücük işareti olmalı.)
Önce, herkesin üzerinde hemfikir olduğu, artık her şeyin eskisi gibi olmayacağı görüşüne değineyim… Herkes acaba hemfikir mi? Su götürür. Çok geniş anlamda alırsak, elbette hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Heraclitus’dan biliyoruz: Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz. Ama dar anlamda acaba öyle mi? Üzerinde suhuletle, gönül ferahlığı ile düşünelim. Yine dolduruşa, gaza gelmeyelim.
Biliyorsun, Cou-En-Lai’ya (Çu-En-Lay) sormuşlardı bundan otuz yıl önce, Fransız İhtilali’nin 200. Yıldönümünde… Fransız İhtilali konusunda ne düşünüyorsun diye… Çin devriminin bilge adamı, bunun yanıtını verebilmek için henüz vakit çok erken karşılığını vermişti. Peki, 1917 Ekim Devrimi hakkında ne düşünüyorsun diye soracak olsak? Pokerdeki rölans gibi: Dur hele biraz düşünelim… 200 yıl erkense, demek ki vakit çok erkenden de daha erken…
Tarihte longue duree’ler, uzun dönemli eğriler vardır (Fernand Braudel). İktisattaki Kondratiyef süper dalgaları gibi. Tarihçiler için 200 yıl (Fransız İhtilali), 75 yıl (Ekim Devrimi) uzun süreler değildir. Yorumlarken, kanaat oluştururken acele etmemeli. (Sen ne diyorsun, insan ömrü o kadar uzun mu diye hemen itiraz edeceksin elbette.)
Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir / Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat? (Sen bir de bu soruyu Selahattin Demirtaş’a, Barış Terkoğlu ile Osman Kavala’ya ve daha zindanlardaki yüzlerce yurtsevere bir sorsana hele diyorum kendime.)
Sosyalizm aslında ileriye atılmış çok uzun bir çığlıktır. Anın ya da günün ivedi baskısı altında aceleci yanıtlardan kaçınmakta yarar var.
Tarihte dönemler, evreler epey uzundur, hele jeolojide her bir çağ 150 ila 250 milyon yıl. Şimdi Anthropocene çağındayız. Yeşil çevrenin, metabolizmanın göbeğini çatlatıyoruz (Marx: Metabolik çatlak). Peki bütün bu tarihin uzun, jeolojinin upuzun dönemlerine karşılık, siyasette durum nedir? Siyasette, bir hafta uzun bir süredir. (İlk söyleyen, Süleyman Demirel’e yakıştırırlar ama, doğrusu Lord Acton’dur. İlle tam alıntı istersen, kaynağını taaa Aristoteles’e kadar götürebiliriz.) Toplumların yaşamında onyıllarca pek bir şey olmaz gibi gözükür, çok şey hareketsiz gibidir de, birdenbire çok devinimli birkaç hafta onyıllara bedel olur. Lenin’den biliyoruz. Geçenlerde eski İngiltere Başbakanı Gordon Brown, The Guardian’daki yazısında Lenin’in bu sözlerini hatırlattı. (Bir de Cengiz Aytmatov’un mankurtları, bellekleri yok edilmiş köleleri anlatan ünlü romanı vardır: Gün Uzar, Yüzyıl Olur)
Her şey çok güzel mi olacak? Keşke bilebilseydim. Yanıtını vermek için bence oldukça erken. İyimser kalp, umutvar gönül ya da irade, her şey çok güzel olacak, diyor. Ama beyin, o kötümser analitik kafa, hele bi dur bakalım, acele etme diye söze karışıyor. (Ah, Mussolini’nin zindanındaki Hapisane Defterleri’nin yazarı: İradenin iyimserliği ile aklın kötümserliği arasındaki çelişki… Uzlaşır mı, yoksa uzlaşmaz mı bu çelişki?) Gönül, siyasetin içinde arabanın gazına basıyor, aklın ayağı ise hep arabanın el freninde…
Demek ki, tarihin uzun dönemi ile siyasetin çok kısa dönemi arasında hem düşüneceğiz, hem hareket edeceğiz, gidip geleceğiz. (Lenin: Ah, Beethoven’in o müthiş Eroica’sı… Ama dinlemeye vaktim yok. Bir yoldaşa mektup yazmam gerekiyor, diyordu. Gerçi şimdi hem Beethoven dinleyip hem bir yoldaşa internet üzerinden kolayca erişebiliyoruz.) Ama yine de işimiz epey zor: Sisyphos’un hep aşağı düşecek olan o dev graniti yukarı taşımaktan yılmaması gibi. Prometheus’un tanrılardan ateşi çalıp insanlığa uygarlık diye armağan etmesi diyelim istersen.
1917’de sosyalizm bütün deliklerden, gözeneklerden insanlığa göz kırpıyordu. 75 yıl süren (siyasette çok uzun, tarihte kısa) bir dönem geçirdik. Reel sosyalizm dediğimiz süreç, çetin mücadele içinde ister istemez defo’lu, arızalı bir sosyalizm idi. 70 günlük Paris Komünü’nden sonraki ilk büyük deneyim idi… Her taraftan kuşatıldı Sovyetler, önce Kolçaklar, Denikinler, 11 emperyalist ülkenin saldırısı… Başlangıçta devrim olacak, Rosa’dan, Liebknecht’ten yardım gelecek umudu vardı. Devrim, sermayenin başlıca ülkelerine de sıçrayacaktı. Ama Alman devrimi gaddarca bastırıldı ve sosyalizmin ister istemez tek ülkede savunulması esas oldu.
Bütün arızalarına, eksiklerine, yanlışlarına rağmen reel sosyalizm büyük bir başarıydı. Çok gelişmiş ülkelere kıyasla göreli teknolojik gerilik sonucu, bir kişinin yapacağı işi Sovyetlerde belki dört kişi yapıyordu, ama ne olursa olsun tam istihdam sağlanmıştı. (Üretim güçlerinin mukayeseli gelişme düzeyini hesaba katalım.) Herkes için iş güvencesi, ücretli tatil hakkı gerçekleşmişti. Konut güvencesi vardı. Ev kirası, bir emekçinin aylık ücretinin yüzde 8’ini geçemezdi. Eğitim, sağlık ücretsizdi. Kadınlar eve, mutfağa köle olmaktan çıkma yolunda çok önemli adımlar atmışlardı. Her fabrikanın içinde ya da yakınında birer kreş, çocuk yuvası kurulmuştu. (İKD’liler, evlat acısına son diye direnen kahraman kadınlarımız, kulaklarınız çınlasın) 1977-80 arasında Koç’un fabrikalarında Maden-İş’le birlikte mücadele ederek az yere mi kreş kurdurdunuz? Çocuklara birer şişe süt aldırttınız söke söke… Ve bugün çocuklarımızın boyları eskisine göre 5-6 santim uzunsa sizlerin sayesindedir. (Bir şişe bedava süt İngiltere’de Attlee hükümeti sırasında, 1945-1951 yılları arasında gerçekleşti. Paragöz doktorlara karşı 1948’de maden işçisi Sağlık Bakanı Aneurin Bevan’ın bir avuç sosyalist doktorla ortak mücadelesi sonucu ücretsiz sağlık hizmeti hayata geçti. Thatcher bile çok uğraştı, bu hakkı emekçilerin elinden geri alabilmek için, ama alamadı.)
Bizim Mağripli Arabın General arkadaşı, ancak zorunluluk çerçevesi içinde özgürsün, der. Bütün uğursuzların ve çıyanların ilk sosyalist ülkenin üzerine acımasızca çullandığı o çetin koşullarda totaliter oldu bizim sosyalizmimiz. Her şey partiye, her şey devlete bağlandı. Sosyalizm sanıldı ki, savaş komünizmidir, kışla komünizmidir… Bir dönem için zorunluydu bu. Bir süre sonra, ülke biraz nefes alınca, Yeni Ekonomi Politikası’na (NEP) geçildi… Lenin’in son altı-yedi yazısını biliyoruz… Az olsun, öz olsun… Doğrusu da buydu. İki tür sermaye var diyordu Lenin: Biri, Karayüz (Black Hundred) sermayesi, yani silah-savaş sermayesi ile tefeci sermaye… Bir de gerçekçi, yeşil, istihdam yaratan olumlu yabancı sermaye. Biz böyle bir yabancı sermaye ile işbirliği yapacağız diyordu Lenin. Sovyetler ile böyle bir işbirliğine yanaşan Amerikalı petrolcü Armand Hammer’den başkası olmadı ne yazık ki…
Kurtuluş savaşımızdaki Sovyet yardımına doğu cephemiz tanıktır. Taksim meydanının göbeğindeki Frunze-Voroşilof heykeli mücessem duruyor orada. Onuncu yıldaki Türkiyenin Kalbi Ankara filmi çok şey anlatır. Kemalist Türkiye, İran ve Afganistan’la birlikte Sovyetleri tanıyan ilk üç ülkeden biri oldu. Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren kuzey komşumuz, ülkemizde daha sonra Merkez Bankası’nı, Devlet Üretme Çiftliklerini, Kayseri ve Nazilli fabrikalarını, Aliağa Rafinerisini, İskenderun Demir Çeliği kurdu. Unutabilir miyiz?
Her şey eskisi gibi mi olacak, başka türlü mü? Acele etmeden, biz işimize bakalım, Shakespeare’in Hamlet’indeki, Marx’ın 18. Brumaire’indeki gibi, ‘iyi kazdın yaşlı köstebek’ deyip sabırla kazmaya devam edelim.
Ben İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1942 yılında tesadüfen doğmuşum. Niye tesadüfen? Ve dünya savaşı ne demekti? Bunun gerçek anlamını ancak yıllar sonra kavrayabildim. Sınırlarımızın yakınında 26 milyonu Sovyet, 6 milyonu Polonyalı; toplam 55 milyon insan yaşamını yitirmiş, milyonlarca insan sakat kalmıştı. O yıkım yıllarında, ülkemiz savaşa girseydi, benim kuşağımın babalarının çoğu belki de cephelerde telef olacaktı. Muhalefet lideri İsmet İnönü’ye “sen bizi aç bırakıp süpürge tohumu yedirdin” diye saldıran DP’lilere karşı, İnönü’nün “sizi belki aç bıraktım, ama öksüz bırakmadım” sözü hiç aklımdan çıkmamıştır. (Milli şef İnönü’nün döneminde Nazım Hikmet’imiz de on iki yıl hapistedir, biliyoruz ve unutmadık. Yine aklın kötümserliği ile gönlün, iradenin iyimserliği arasındaki diyalektik çelişki. Zıtların diyalektik birliği…)
İkinci Dünya Savaşı’nda ABD ve Avrupa; Sovyetler Birliği ile bir araya gelip Hitler nazizmini, İtalyan faşizmini ve Japon militarizmini nice yaşamlar pahasına yenilgiye uğratmıştı. Kolay mı olmuştu sanki? İngiltere, Fransa, İsviçre gibi birkaç ülke dışında, Avrupa’nın hemen her yerinde gerici-faşist diktatörlükler egemendi. İngiltere’de nazi yandaşı Chamberlain başbakandı. Ancak Çanakkale yenilgisinden 25 yıl sonra unutulmaya yüz tutmuş Liberal Churchill, Muhafazakar Parti’nin başına geçti. 1940 yılında Labour Party ile birlikte kurulan koalisyon hükümeti ve ABD’de Roosevelt, Sovyetlerle gönülsüz de olsa, içerideki emekçilerin baskısıyla işbirliğine yanaştılar. Hitler karşıtı koalisyon oluşturuldu. Nazizme karşı ikinci cephe geç de olsa nihayet açılabildi ve bin yıl süreceği iddia edilen nazizm, 15 yıl içinde yenilgiye uğratıldı. Birleşmiş Milletler kuruldu.
Gençlik yıllarında yeterince farkına varabildik mi acaba? Meğer ne büyük bir nimetmiş; ülkemizin savaş ateşlerinden korunabilmesi, dünyada on milyonlarca insan savaşın kurbanı olurken, babalarımız cephelerde telef olmadığı için dünyaya gözlerimizi açabilmemiz… Benim Mülkiye’deki (SBF) 250 sınıf arkadaşımın hepsi İkinci Dünya Savaşı içinde dünyaya gözlerini açmıştır. Peki ya tersi olsaydı? ABD’de McCarthy’ciler, İngiltere’de Neville Chamberlain, Oswald Mosley ve Lord Hoho’lar, ABD ile Batı Avrupanın azılı gericileri, Nazi Almanyası, Mussolini ve Japon militaristleri Sovyetlere karşı birleşseydi (bugün düşünmesi bile bir karabasan gibi geliyor) ekmeğin karneyle satıldığı o karartma yıllarında doğan benim kuşağım nasıl bir dünyaya gözümüzü açacaktık? Demek ki, benim kuşağım (1940-1945 arası tevellütlüler) ülkemiz savaşa girmediği için, büyük ölçüde tesadüfen doğmuştur. Savaşa girseydik, Polonya’da 6 milyon insan öldüğüne göre, bizde, hadi en iyimser tahminle bunun yarısı yaşamını yitirecek, çoğumuz dünyaya gelemeyecektik.
Savaş biter bitmez Batı dünyası ile Sovyetler Birliği arasındaki Hitler karşıtı koalisyon sona erdi, komünizme karşı soğuk savaş dönemi başladı. Ama yine de benim gençlik yıllarım dünyada gerilimlerin nispeten yumuşadığı (detant) yıllarıydı. Afrika sömürgeciliğin zincirlerini kırmaya koyulmuş, Küba’da devrim gerçekleşmişti.
1961 Anayasası ile Türkiye’de de bir ölçüde özgürlük rüzgârları esmeye başlamıştı. 60 kuşağı, 68 kuşağı, 78 kuşağı hep bu görece, sınırlı özgürlükler dönemini yaşadık. Ta ki 1980’lerde dünyada Reagan-Thatcher vahşi sermayesi, ülkemizde beşi bir yerde askeri cunta başa geçinceye kadar… Ve 1980’lerden bu yana otuz yıllık bir fetret devri…
1976’da Ürün dergisinde bastığımız Nazım Hikmet şiirlerine, yazılarına yedi buçuk yıl hapis istemiyle dava açıyordu savcılar. Önce sevgili Selçuk Uzun’un, sonra Ahmet Taştan’ın üzerine binmişti toplamı bini yılı aşan hapis istemleri… 1985’te TKP’nin Tarihinden Sayfalar Broşürü’nü yazmak için Leipzig’deki parti arşivine bakayım dediğimde, elimizde Kızıl Eskişehir, Kızıl Bursa gibi birkaç dergicik, broşür ve bildiriden başka bir şey yoktu. Tarihsel TKP’miz sönümlendi, ama başta sevgili Erden Akbulut’un önderliğinde çok sayıda yoldaşın özverili çabalarıyla bütün Marksist solu bir araya getiren ve durmadan zenginleşen gurur duyacağımız bir tarihimiz var. Ve TKP bugün nerede derseniz her yerde, toplumun bütün kılcal damarları içinde, diyorum. Her kesimden eski yoldaşlar, onların çocukları, yeni milenyum kuşakları, CHP içinde, HDP içinde, sayısı 12 ile 14 arasında değişen (belki de daha fazla) Marksist partiler, particikler, kümeler içinde yeralıyorlar… Türkiyenin çoğu kentinde birden fazla Nazım Hikmet Kültür Merkezi var. Bir yandan baskı, yıldırma, tutuklamalar, kayyım atamaları, öbür tarafta büyük kentlerin sokaklarında sayısız sol partinin duvarlara yapıştırılmış il ilanları, alttan alta cıvıl cıvıl işleyen toplantılar, bir araya gelişler… Yakınıyor Başyüce ve sözcüleri, 18 yılda önce hükümeti, sonra devleti adım adım ele geçirdik, ama kültürel erki hala ele geçiremedik diye… Ne kadar uğraşsalar öyle kolay kolay geçiremezler de… Çünkü tek başına bir Nazım Hikmet ile Ruhi Su toplumumuzun iliklerine işlemiştir… Üç Kemallerimizi, eşsiz sanatçılarımızı, edebiyatçılarımızı, şairlerimizi, operamızı, balemizi, sayısız tiyatrolarımızı, Genco Erkal’ımızı, daha nicelerini saymaya gerek duymuyorum bile.
1976 yılına kadar 1 Mayıs uluslararası işçi ve emekçi bayramının Türkiye’de kutlanması yasaktı. Bu yasak zinciri çetin mücadeleler sonucu kırıldı.
Kırk yıl önce 8 Mart, Amerikan komünistlerinin başlattığı ve sadece Marksistlerin kutladığı bir gündü. Bugün nerdeyse bütün kadınlarımız plastik mermilere karşı da olsa, yılmadan ülkenin dört bir yanında 8 Mart’ı kutluyor.
Neo-liberalizm diyoruz, ne liberalizmi? Vahşi sermaye… Peki kapitalist ülkeler dediğimiz Avrupa, ABD, Çin, Rusya, Latin Amerika, Avrasya ülkeleri hepsi kapitalist mi? Bu ülkelerde başta emekçilerin yüzlerce yıllık mücadelesi boşuna mı gitti? 1215 Magna Carta’dan bu yana, emekçilerin mücadelesiyle söke söke nice haklar, bir kısmı geri alınmak istense de, son 150-200 yılda her yerde neler kazanmışız? Vücudun bütünlüğü hakkı, yargıç kararı olmadan delilsiz tutuklanmama hakkı, toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkı, Peterloo Katliamı, ücretsiz sağlık, ücretsiz eğitim… Önce Sovyetlerde uygulamışız, Sovyetlerin örnek gücünün serpintileri Batı ülkelerine sıçramış, Batıdaki komünistlerin, sol sosyal demokratların mücadelesi ve gerçekçi diğer politikacıların işbirliği sayesinde… Marx ve Charles Dickens döneminde, 19. yüzyılda ortalama 25 yıl olan insan ömrü, 75 yıla uzamış… Daha çok komünistlerin ve genel olarak solun mücadelesi ile. Bir tarafta mücadele eden değişik çevrelerden öncü insanlar, öbür tarafta onları durdurmak için bütün güçlerini seferber eden monarşi, aristokrasi, faşistler, gericilik ve her türlü yobazlar…
Amerika Birleşik Devletleri, Britanya, kuvvetler ayrılığı sistemi, McCarthy’ye karşı mücadele eden “inci dişli zenci kardeşim Paul Robeson”un, bizdeki Yeşilçam gibi çoğu solcu Hollywood sanatçılarının mücadele tarihidir. Bütün bu ülkeler, Tanrı Janus’un iki yüzü gibi bir yandan emperyalizmin, gericiliğin kaleleridir, bir yandan da söke söke alınmış özgürlüklerin tarihi… Dickens ile Marx’ı yan yana koyup okuyalım. Çocukların 16 saat aç-susuz çalıştırıldığı, oy hakkının sadece birkaç bin büyük mülk ve malikane sahibine tanındığı dönemleri dişimizle, tırnağımızla aşa aşa geldik bugünlere. Genel oy hakkını söke söke kazandı işçi sınıfı.
Siyaset, fizikteki vektör (bileşke) gibidir, Engels’e göre… Her parti, her küme kendi çıkarlarını şu ya da bu şekilde savunmaya çalışır, biri bir yanından çeker, bir başkası öbür yanından çekiştirir, sonunda herkesin iradesinden bağımsız, belki de hiç kimsenin hoşnut olmadığı bir durum çıkar ortaya. Bugün Avrupa’da, ABD’de gördüğümüz her güzel şey, bu özverili mücadelenin ürünüdür. Tıpkı Paris’te Karnavale Müzesindeki insan derisiyle kaplı anayasa gibi… Haklar, nice mücadelelerle, neler pahasına kazanılmıştır. Mustafa Suphi’lerin, Deniz Gezmiş’lerin, üç fidanın, 17 yaşındaki Erdal Eren’in, Sacco ile Vanzetti’lerin, Julius ve Ethel Rosenberg’lerin kanlarıyla sulanmıştır elde ettiğimiz her mevzi…
Dünya devrimci süreci derdik kırk yıl önce: Başını Sovyetler Birliği’nin çektiği dünya sosyalist sistemi, gelişmiş kapitalist ülkeler işçi sınıfı hareketi ve ulusal kurtuluş hareketleri… Hepsini yaşadık ve hepsi de üç aşağı beş yukarı doğruydu. Ta ki 1972 yılına kadar… Richard Nixon’la emperyalizm ve siyonizmin kurt adamı Kissinger, Çin’e gidip bu ülke yönetimini Sovyetlere karşı kışkırtan bir politika izlemeye koyuldular. Hatırlayalım, sosyalizm kuruculuğu yolunda ilerleyen iki ülke, o yıllarda birbiriyle savaşa bile tutuştu… Dünyanın dört bir yanında Marksist solcular büyük ölçüde bölündü, birbirine girdi. Sonunda Sovyetler Birliği, özlenen gecikmiş reformlarını gerçekleştiremedi, büyük bir çöküntü içine girdi. Tarihin sonu geldi diye zafer çığlıkları atıldı. Yeltsin döneminin rezaleti yaşandı.
GÜNÜMÜZDE DÜNYA DEVRİMCİ SÜRECİ
Ama otuz yıl sonra bugün durum başkadır. Emperyalizmin, vahşi sermayenin amacı, dün daha zayıf gördükleri Çin’i Sovyetler Birliği’ne karşı kışkırtmak, bunun sonucu dünyanın her yerinde devrimci güçleri birbirine düşürmek oldu. Bugün ise amaçları daha zayıf gördükleri Rusya’yı Çin’e karşı kışkırtmaktır. (Kissinger hala ortalıkta, bu kez tersinden Rusya’yı Çin’e karşı kışkırtmaya yelteniyor). Ayrıca Uygurları Çin yönetimine karşı tahrik için her yola başvuruyorlar. Türkiye’nin bugüne kadar bu oyuna gelmemesi, Çin ile karşılıklı yarara dayalı işbirliğinin sürdürülmesi çok önemlidir. Batı’nın bütün gerici yayın organlarında bu kışkırtmaları örtülü ya da örtüsüz olarak sık sık görebilirsiniz. Çin ile Rusya ve Türkiye ile Çin bugüne kadar böyle bir oyuna gelmediler. Bundan sonra da bu tuzağa düşmemek için uyanık olmakta yarar var.
Deng Xiaoping reformlarından bu yana kapitalist olmayan gelişme yolunda Çin bütün dünyaya parmak ısırtan bir gelişme yoluna koyuldu. (Önemli olan kedinin beyaz ya da siyah olması değil, fareyi yakalamasıdır. )
Marx ile Engels, 1848’de Komünist Partisi Bildirgesi’nde “Malların ucuz fiyatları, Çin seddini, Çin duvarlarını yerle bir eden ağır toplardır” diyordu. Bugün gerçekten de Çin mallarının ucuz fiyatları, dünya kapitalizminin duvarlarında delikler açıyor.
Çin’in ekonomik kalkınması, kapitalist ülkelerin sanayi dalları üzerine rekabetçi baskılar getiriyor. Pahalı Batı malları artık Çin mallarıyla kolay kolay rekabet edemiyor.
Çin dünya kapitalizmini içine çekip çevreden kuşatıyor; gereksiz çatışmalardan uzak durmaya özen göstererek emperyalizmi aşındırıyor. Kapitalist ülkelerde ise düzgün bir gelir dağılımı olmadığı, emekçilerin satınalma gücü artmadığı için, bol ama pahalı olan mallar yeterince tüketilemiyor, krizler derinleşiyor.
Çin’in ekonomik kalkınması, gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyümesine de yardımcı oluyor. Çin, Asya ülkelerinin mallarını işleyip dünya pazarına sunuyor; bir yandan da ABD’nin ekonomik yönden egemen olduğu ülkelere yavaş yavaş giriyor. Hem yöresinde hem de dünya ölçüsünde gitgide ekonomik bütünleşmenin katalizatörü, itici gücü, tetikleyicisi durumuna geliyor.
Çin’in dış ticaretinin yarısı gelişmekte olan ülkelerle. Ödemeler dolarla değil Çin parası renminbi ile ya da takas yoluyla yapılıyor. Böylece dünya ölçüsünde doların etki alanı gitgide daralıyor.
Ülkede sanayi sektörü hızla gelişiyor, ekonomik büyümenin getirileri başıboş bir tüketimin kara deliklerinde heba olmuyor; tasarruflar verimli yatırımlara dönüşebiliyor.
Çin ekonomik büyümesinin örnek gücüyle, emekçilerinin özverili çabalarıyla bütün dünyada kapitalizm dışında bir seçeneğin olabileceğini gözler önüne seriyor.
Çin’de kimse işsiz kalma korkusuyla karşı karşıya değil; herkesin iş güvencesi var. Kişi başına gelir henüz oldukça düşük; ama ücretler enflasyonsuz bir ekonomide hızla artıyor.
1980’lerde 500 milyon Çinli yoksul durumdaydı. 2001’e gelindiğinde bu sayı 100 milyona düştü. Sağlık hizmetleri bedava. Ortalama insan ömrü 75 yıla yükseldi.
Emperyalizmin değişik milliyetleri birbirine karşı kışkırtma girişimleri, Özerk Uygur ve Tibet bölgelerinde önemli ölçüde engellenip çözüme kavuşturuldu. Ülkede idam cezası hâlâ kalkmış değil. Ama emekçi halkın temel hak ve özgürlükleri başka ülkelere kıyasla güvence altında.
Çin’de başlıca üretim, değişim ve dağıtım araçlarının mülkiyeti kamu kesimine ait. Ancak kullanım ve işletme hakkı, yasalara uymaları koşuluyla, belirli bir süre özel şirketlere ve yabancı sermayeye tanınabiliyor.
Adına küreselleşme denilen bir ucu kör öbür ucu keskin bıçaktan Çin ustalıkla yararlanıyor; Lenin’in “cıvıl cıvıl” diye nitelediği üretken sermayeyi ülkeye çekerken, tanrısı para olan günümüzün gerici Karayüzler’ini (Çornaya sotnia), faizci finans kapitali ise köşeye sıkıştırıyor…
Sovyet Rusya’da 1918-1920 arasındaki savaş komünizmi dönemini izleyen ve Lenin’in son yazılarında genel çerçevesini çizdiği Yeni Ekonomi Politikası Çin’de kanımca başarıyla yol alıyor.
Çoğu ülke üretken yabancı sermayeyi çekmekte zorlanırken, Çin hem çağdaş teknolojiyi ülkesine çekebiliyor, hem de döviz rezervleri artıyor. Para sistemini devlet bankaları denetlediği için, ülke küresel mali krizin etkilerinden büyük ölçüde sakınabiliyor.
Çin’de Dörtlü Çete’nin aşırı sol sekter politikası bir yana bırakılalı 40 yıl oldu. O zamandan bu yana Komünist Partisi yönetiminde üretim güçlerinin dengeli geliştirilmesini amaçlayan sosyalizme uzunca süreli akılcı bir geçiş politikası uygulanıyor.
“Devrimci lâfazanlık”tan, “sınıfa karşı sınıf” gibi bağnaz sol yanlışlardan çok çekti dünya devrimci hareketi…
Çin Komünist Partisi bugün emperyalizmin en gerici güçleri ile anarko-nihilist lâf ebeleri dışında bütün dünyanın saygı duyduğu bir siyasal kuruluş durumunda. Son korona virüs salgını bunu bir kez daha doğruladı. (Türkiye solu, uzun süre Çin’deki bu gelişmelerden uzak durdu. Ama koronavirüs salgını, umuyorum Marksistlerin Çin’e yönelik ilgisini artıracak, ayakları yere basmayan havai bir sosyalizm anlayışından gerçekçi bir sosyalizm anlayışına geçişi sağlayacaktır. Bu arada BirGün gazetesinde Kamuran Kızlak’ın son dönemdeki yazılarına dikkati çekmek isterim.)
ÇKP bu durumu sürdürebilecek mi? Kapitalist olmayan gelişme yolunda ilerleyip önüne çıkan engelleri aşarak komünizme varabilecek mi?
Elbette hiçbir şeyin hayatta mutlak güvencesi yok…
Ve savaşım dünya ölçüsünde sürüyor.
(Bir özeleştiri yapayım: Çin’deki gelişmelere ben epeyce geç uyandım. Ancak on yıl kadar oluyor. Çin konusunda yukarıda özetlediğim görüşler 31 Ağustos 2012 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki Çin’in Ağır Topları başlıklı yazımda yer almıştır.)
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/cinn-agir-toplari-367556
Sovyetlerde sosyalizm büyük darbe almadan hemen önceki görüşlerimi ise, Marksizm ve Gelecek dergisinin Kış 1990 tarihli (Sayı 3) Zamanın Ruhuna Uygun Bir Paradigma başlıklı yazımda dile getirmiştim. Ama yurdumuzda da, Sovyetlerde de karşıdevrimci seli durduramadık, ne yazık ki başarılı olamadık. Bu yazıdaki görüşlerimi esas itibariyle koruyorum.
http://tustav.org/yayinlar/sureli_yayinlar/marksizm-ve-gelecek/1990_3_KIS.pdf
PEKİ BUGÜN NE YAPMALI?
1973 yılında Londra’da bir grup yoldaş, (İnci-Orhan Kurmuş ve Attila Aşut) Leninist Strateji ve Taktikler – Sol Komünizm – Bir Çocukluk Hastalığı başlıklı büyücek bir broşürü ortaklaşa çevirmiştik. (Aslı Novosti Publishing House tarafından yayımlanmış olan bu broşür bir kitap olarak 1976 yılında Ankara’da Kızılırmak Yayınlarınca (rahmetli Tuncer Tuğcu tarafından) basıldı. Anahatları bence hala geçerliliğini koruyan bu görüşler, ne yazık ki hayata yeterince geçirilemedi ve Marksist harekete sol sekterlik egemen oldu.
Kendi payıma gençliğimden bu yana, tek bir partinin hiçbir zaman aşırı partizanı olmadım. 1960’lı yıllarda önce TİP, Yön dergisi ve CHP’nin (ki Aybarlı, Arenli, Boranlı, Sargınlı o dönemin TİP’i aslında bir çeşit örtülü TKP’dir), daha sonra 1970’li yıllarda da TKP, diğer sol güçler ve CHP’nin (özellikle de CHP’nin sol kanadının) işbirliğini savundum. Hep komünistlerle sosyal demokratların işbirliğinden yana oldum. Lenin her yerde komünist partisi kurun, ama İngiltere’de sendika üyeleri otomatik olarak Labour Party üyesi oluyorlar. Böyle bir durumda aralık kapıyı koçbaşıyla zorlamaya gerek yok. Labour Party içinde yer alın diyordu. Britanya komünistlerinin 1921’de üçte ikisi Lenin’in bu görüşüne (yani Labour Party içinde yer alma görüşüne) önce karşı çıktılar. Ama sonra Lenin’in görüşünü kabul ettiler. Ne var ki, bu kez Labour Party’nin sağ kanadı, parti içinde komünistlerin varlığına tahammül edemedi ve işçi hareketi içinde ayrı bir parti (yani komünist partisi) kuruldu.
ABD’de, Britanya’da, militarist ve faizci kara sermayenin bu güçlü kalelerinde de, her şeye rağmen gericiliğe karşı etkili çevreler vardır. Gericilik hemen her yerde genç nüfusu yeterince zaptürapt altına alamamaktan yakınmaktadır.
Siyaset ortamı iniş-çıkışlı, git-gellidir, biliyoruz. İngiltere’de 2015’de pek umulmadık bir gelişme oldu ve Jeremy Corbyn’in önderliğindeki Labour Party nerdeyse hükümete geliyordu, ama yedi milletvekili farkıyla seçimi kaybetti. Kamuoyu araştırma kuruluşları Corbyn ve ekibinin böyle bir başarısını hiç de beklemiyordu. Bunun üzerine muhafazakarların sağ kanadı, medya, ABD’nin Trump kesimi, Labour Party’deki Corbyn yönetimine karşı seferber oldu ve son seçimlerde Britanya gericiliği kaybettiği konumları yeniden kazandı. ABD’de Bernie Sanders’in öne çıkışı, bu ülkede güçlü bir demokrasi hareketi olduğunu ortaya koydu. Ama Sanders çevresi uzun bir mücadeleden sonra geri çekilmek zorunda kaldı, Corbyn ise son seçimi farklı kaybetti. Eğer Corbyn ve Sanders çevresi, yanına bu kadar yaklaştıkları yürütme erkini kazanabilselerdi, bu iki ülkede de çok şey daha farklı olabilecek, bunun dünya üzerindeki olumlu etkisi daha net görülebilecekti.
2003 yılında CHP’li milletvekillerine hükümete rağmen bir öbek AKP milletvekilinin katılması ve topraklarımızdan ABD’nin Irak’a saldırısının engellenmesi, dünya ölçüsünde Türkiye’ye büyük saygınlık kazandırmıştı. AKP’den kopan yeni partilerle, AKP içindeki yurtsever demokrat dindarlarla, cami cemaati ile ilişkileri ihmal etmemenin, sadece kendi mahallemizle sınırlı kalmamanın önemi gitgide daha iyi anlaşılıyor.
Türkiye’de on büyük ilde sol ve demokrat güçlerin işbirliği ile belediyeler kazanılmıştır. Bu kazanımların korunması kolay değildir, ama son yerel seçimler sol güçler açısından önemli bir başarıdır. CHP ve HDP içindeki Marksistlerin, irili-ufaklı diğer marksist kümelerin, Saadet Partisi ve İyi Parti ile işbirliği yolunda önemli adımlar atılmıştır. Diyalogları, çeşitli şekillerdeki iş ve eylem birliklerini elbette daha da güçlendirmek gerekir.
Ulusal egemenliğimizin yüzüncü yılında emekçi halkımızı, gençlerimizi, çocuklarımızı gözetelim. Sınırlarımız dışındaki savaşa son vermek, gençleri kırdırtmamak için elimizden gelen çabayı gösterelim. Çevreyi, yeşilliğimizi, ağaçları, ormanı koruyalım. Dışımızdaki hayat canlı, ülkemiz bütün tehlikelere ve olumsuzluklara rağmen güzel. Zihnimizi ve enseyi karartmayalım!
Cavlı Çulfaz
23 Nisan 2020