İnce Bir Dal Kırılıyordu İçimde
İnancın ve şehvetin izini takip eden ozana, Adonis’e…
I.
Rüzgâr dört yönden büyük bir denize doğru esiyordu
İnce bir dal kırılıyordu içimde
Denize inananlar vardı orada, adalarda yaşayanlar
Yerin sonundan söz eden yeni şarkılar söylerlerdi
Kahkaha ile gülmez, sadece tebessüm ederlerdi
Söz kıymetliydi o zamanlar
Verilirdi hakkı her cümlenin
Açık ve anlaşılır bir dille konuşurlardı
Hayat dönerdi doğurmakta olan bir kadının bağırmasına
Körlerin bilmedikleri yollarda gezmesine benzerdi…
II.
Ruh sürüklenirdi dilin kafeslerinde
Dönerdi okyanusun sedeflerine
Kum orda dönerdi cama
Derin bir uykuda hançeresini zorlardı biri
Dilinde harfler dönerdi nazarlığa…
Sözcükler rüzgârın dövdüğü pencerelere dönerdi
Tarihin zarı atılırdı bizi bekleyen geleceğin üstüne
Yeryüzü bizi içine alan bir rahme dönerdi
“Çıplak bir ayakla yürümeyi” hatırlatırdın
Bakışımı sığdıracak bir boşluğu ararken
Seni yeniden çağırmak geçiyordu içimden
Hüznün yatağına çarpan suya dönüyordun
Rüzgârla birlikte savruluyordu yol
Yüzün dönüyordu göğün arka yüzüne
III.
Sisler giyinmiş bir kadın geçiyordu dar sokaklarından kentin,
Aksak adımlarla başlıyordu uzun bir yolculuk.
Günebakan anlama dönüyordu yüzünü.
Örtüyordun kederi sesinle…
Yüzünü ışığa dönüp suyu yakmaya çalışıyordun…
Mürekkep usulca dağılıyordu suda,
Kâğıttan gemiler yalpalamaya başlıyordu.
Hiçbir şey kımıldamıyor orda.
Ses telleri, tınlayan ip…
IV.
Sadece tırnaklarını görüyorduk tanrının,
Hep “çökmüş uçurumların kenarında” duruyorduk onunla…
Suyu ikiye bölen keskin bir kılıçtan söz ediyordu biri.
Sırat köprüsünden geçerken rüzgâra minnetini bildiriyordu.
Çünkü “başıboş bir kedi rüzgârın kulağına” mırıldanmıştı.
Antik bir halının üstünde konuşmuştuk seninle.
Tespih taneleri gibi dağılırken ortak belleğimiz,
Atlasta sararmış bir çöle dönen ruhundan
ve Ortadoğu’da yüz yıllık düşünü yitirenlerden söz etmiştin.
Masmavi bir kelebek çıkıyordu sözlüklerin arasından,
Gül yaprakları biriktiriyordu biri iri bir şişede…
Anlam usul usul yitiriyordu iktidarını…
V.
Daha güzel bir çıplak düşünüyordum, daha tutkulu…
Antik bir tabağın üzerindeki çizikte neler bulduğunu
Uzun uzun anlatan ela gözlü bir kadın giriyordu düşüme…
Yıkıntılardan yeni bir beden yaratıyordun.
Görkemli bir katedralin önünden,
Arnavut kaldırımlı dar sokaklardan geçiyordum.
Vitraylarla süslü kubbemsi büyük pencerenin önünde…
Hayfa’da Karmen Dağı’nda bakımlı bir bahçeye dönerken kadınlar,
Ortadoğu’nun belleği olan büyük bir kütüphanenin önünde
İşine aşk katan bir bahçıvana dönüyordum.
Yumuşak bir ip gibi sarıyordun beni.
VI.
Arp sesi geçmiş zamanlardan
Dirilir Zümrüdü Anka küllerinden
Cam kırıklıklarıyla dolu merdivenlerden iniyoruz
Hep donuk bir nehre dönüyor bellek.
“Hayaleti dolaşıyor” demişti Marx “Avrupa’nın üstünde…
Yakarak gökyüzünü, adımlarını takip ediyorduk eski yolcuların
“Fakat işte bir el soyuyor, çırıl çıplak havayı”
Zamanın teriyle ıslananlar uzun bir koşuya hazırlanıyordu.
Yarı kırık testilere dönüyor kadınlar Rakka’da…
Köpekler bile terk etti Halep’i.
VII.
“Ve müphemdir her işaret” harfler harekesini yitirdi, beden ruhunu…
Cerablus’u sadece kırmızı bir çizgi zannediyor birileri…
Çölden gelip çırpınan küçücük bir ele dönüyor ufacık bir çocuk
Şehvetin egemen olduğu Ege’nin kıyısında, yüzü koyun kumda…
Yitirilen vicdana dönüyorsun bozkırın ortasında…
Fırat ve Dicle’nin arasından, Mezopotamya’dan yani…
Tohumlar başak açsın diye savaşıyor kadınlar…
Antakya’da defne yaprağına siniyor hüzün.
Yosun tutan çanların hüznünden söz ediyordu biri.
VIII.
Salyangoz gibi kıvrılıp duran zaman dönüyordu uçuruma..
Yitiriliyordu son kabarcığı da havanın…
Ortasından usul usul yanan bir yaprak geçiyor aklımdan…
Zıtlıklardan bir bütün kurmaya çalıştığımız zamanlardı.
Adımlarımız dönüyordu ürkek bir karıncaya…
Oysa mimoza kokusu sinmişti o geniş avluya…
Kayıtsız esiyordu rüzgâr.
Nehrin boynundaki bir kırışıklığa benziyordun.
Ortaçağın atları hızla geçiyordu yanımızdan
Kuru bir ekmek gibi diyordun… kuru…
IX.
Su damlasında…. “belleğin buzulunda” kalıyordu gizi hayatımızın
Derine inince Allaha yaklaşıyorduk,
Doğu’ya gittikçe Allaha yaklaşıyorduk,
Yukarı çıktıkça Allaha yaklaşıyorduk.
“Ufukla yaşıt olan şair” söylemişti,
Doğunun öteki adı oluyordu Batı.
Bedenim su üstüne yayılan nilüferler gibidir, demiştin
X.
Bize rüzgârı nasıl isabetli bir zara dönüştürebileceğimizi söylemedin…
Kekeledikçe büyüyordu belirsizlik.
Uzansak tutabileceğimiz kadar yakınlaşmıştı ay
Yeryüzünü ikiye bölünüyordu ışığı
“Görünmez bir dilin sütunlarına yaslanan” sözcüklerden kurulu
Bir evreni sorguluyorduk
Dağlar, denizler, gece ve gündüz adına konuşmuştuk.
Her şey bitmişti.