16 Ocak 2024 Salı – 19:40
Franco Berardi(Bifo)
- Ekonomik büyümenin daha fazla yıkım, daha fazla acı, daha fazla ekolojik felaket, daha fazla yoksulluk anlamına geldiği açık. Artık “ilerleme” fikrini pozitif bir şey olarak göremeyiz.“İlerleme” kelimesi artık sadece sermaye birikimi ve ekonomik büyümeden başka bir şey ifade etmiyor.
- İnternetle olan ilişkimizde tam bir yabancılaşma, sanal üretim fabrikasına tam bir boyun eğme. Bu dönemin başlangıcını işaretleyen sembol, Facebook’un patlamasıydı. Sosyal hareketlerin yenilgisi ve sosyal medyanın kuruluşu aynı anda gerçekleşti.
- Sosyal ve jeopolitik ilişkiler, sadece psikotik kategorilerle açıklanabilir. Politikanın kategorileri boş ve analitik olarak işe yaramaz hale geldi. Bir asır önce olduğu gibi, başka bir kitlesel psikoz yaşıyoruz. Bunun tedavi edilebilir olup olmadığını bilmiyorum.
- Politika psikoterapiye dönüşür. Bu, okullara psikolog koymak anlamına gelmiyor. Daha fazlasını ifade ediyor: Kitlesel yalnızlık üretiminin ve dayanışma bağlarının yıkımının tüm biçimlerini durdurmalıyız. Rekabet kültürünü durdurmalıyız.
PABLO DE LLANO NEİRA
Çeviri: Serap GÜNEŞ
Franco Berardi tüm sabahı sıkıntılı geçirdi. Hamas’ın İsrail’e saldırısının ardından, İsrail ordusunun Gazze’deki Filistinlilere karşı yürüttüğü ayrım gözetmeyen savaş takip etti. Aşırılıklar, İtalyan filozofu bunaltmıştı. Madrid’deki otelinin lobisinde, EL PAÍS ile röportajına başlamadan önce, olan biteni düşünüp bunu nasıl kavramsallaştıracağını bulmaya çalışıyor. Beyaz saçları rüzgar gibi özgür ve bol. “Anlamlı olan tek bir kelime var: ‘demans,’” diyor. Ayrıca jeopolitiğin öldüğünü, şu anda yaşananların tamamen farklı bir şey olduğunu belirtiyor: “jeopsikoz.”
74 yaşındaki Berardi, 1970 ve 80’ler otonomcu hareketinin referans alınan bir üyesi. Çocukluğundan beri Bifo olarak bilinen Berardi, politikayı on yıllar boyunca klasik siyasi terimlerle düşündü. Ancak yaşlandıkça, dünyanın artık sadece dengesiz ve adil olmayan bir iktidar ilişkileri sistemi olmadığına kanaat getirerek politikayı psikolojik terimlerle de düşünmeye başladı. Yeryüzünün duygusal ve ciddi şekilde hasta bir sinir sistemi olduğunu, her zamankinden çok hissediyor.
Kitabının “Çalışmaya Karşı” gözden geçirilmiş bir baskısını sunmak için Madrid’de. Bu kitap, kapitalist model içindeki işin eleştirisine ve işten kurtuluş olasılığına odaklanıyor. 1977’de yazdığı bir makalede, “Devrim Adil, Gerekli, Mümkündür” başlığında, “Sömürülenlerin işten [boş zaman] çıkarmak – özerklik alanları kazanmak – için sürekli mücadelesi, kurtuluşun temelidir” diye yazmıştı.
Berardi, sağ tarafıma oturdu. 1980’lerde New York’taki gittiği çok sayıda konserin onda işitme kaybına neden olduğunu söyledi. New Wave dönemiydi: Berardi, bir müzik dergisine eleştiriler yazarak geçiniyordu. İki tehlikeden uzaklaşmak için ülkesini terk etmişti: Eroin ve Kızıl Tugaylar. “İkisi de bana çok yakındı.”
S. Natalia Ginzburg, yazar Ivan Bunin’in (Nobel Edebiyat Ödülü alan ilk Rus) bir keresinde Anton Çehov’a yazmak istemediğini ve çok az yazdığını söylediğini aktarıyor. Çehov şöyle cevaplamış: “Bu yanlış. Bildiğiniz gibi, esas mesele, hayatınız boyunca durmaksızın çalışmaktır.” Siz ne düşünüyorsunuz?
Çehov’a katılıyorum, ancak önce “çalışmak/iş” kelimesinin çift anlama geldiğini anlamamız gerekiyor: Hem özgür etkinlik anlamına gelir hem de zorunlu etkinlik — ya da ücretli emek — ki bu da boyun eğmeyi ima eder. Günde sekiz, on veya on iki saat çalışmamı gerektiren bir etkinlikten nefret ederim. Öte yandan, her gün yaptığım şeyi de gerçekten seviyorum ve bunu bana kimse dayatmıyor. Ben harika bir işçiyim.
1970’lerden bu yana iş eleştiriniz nasıl gelişti?
Başlangıçta, analizimin konusu — ve reddettiğim şey — montaj hattı modelindeki işçi sınıfıydı. Bu işten nefret ettiğimi çok çabuk fark ettim, o zamanlar sadece 16 yaşındaydım. İkinci sınıf bir cam fabrikasının yanında yaşıyordum, burada sadece kadınlar çalışıyordu, çoğunluğu Güney İtalya’dan gelen yaklaşık 400 genç kadın. Bu, zor ve zararlı bir işti; kobalttan dolayı kanser oluyorlardı. Şırıngalar, termometreler yapıyorlardı… Komünist Parti’ye yakınlaşmıştım ve oraya her gün kadınlarla sohbet etmeye gidiyordum. Onlar bana ısındılar. Bir sendikaları yoktu ve iki yıl sonra, üç hafta süren bir grev organize etmelerine yardım ettim. Patron onların isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Benden çok da yaşlı değillerdi ama beni, el ilanları dağıtan ve işe karşı çıkmaları gerektiğini söyleyen çılgın bir çocuk olarak görüyorlardı. Ama sonunda, mücadeleyi kazandık. Benim için bu, işçi özerkliğine (otonomculuğa) dair temel bir siyasi deneyimiydi.
1980’lerde, elektronik ağın oluşumuyla bağlantılı olarak [ekonomik] modelde derin bir değişiklik başladı. Başından beri bunu inceledim. Her şeyin pozitif bir yönde değişebileceğini, robotlaşmanın bizi manuel işten kurtarabileceğini ve bu yeni ağın, özgür paylaşılan etkinliği artırabileceğini düşünüyordum. Hata yapmışım. Yüzyılın dönüşünde dotcom çöküşü geldi, internetin toplumsal formunda radikal bir değişim yaşandı. Özgür [bağlantı] hayali paramparça oldu, büyük teknoloji şirketlerinin ortaya çıkışıyla her şey dikeyleşti. İnternetin özgür bir yer olma olasılığı sona erdi, yani temelde üzücü bir yere, sanal ilişkilerin depresif bir alanına girdik. Bedensizleştik, görünmez bir patron için çalışmak zorunda bırakıldık.
Son yirmi yılda neler oldu?
İki farklı aşama var: İlk aşamada, sürecin hala çelişkili bir farkındalığı var; eleştirel ve katılımcı ağ kültürü devam ediyor, 2008-2009 finansal krizinin ardından takip eden hareketlerin kökündeki o sanatsal, felsefi, militan ruhla, Occupy Wall Street gibi veya İspanya’daki kemer sıkma karşıtı protestolar. Aynı zamanda, bu özeleştiri çerçevesinden, son on yılda olanlara doğru bir geçiş yapılıyor: İnternetle olan ilişkimizde tam bir yabancılaşma, sanal üretim fabrikasına tam bir boyun eğme. Bu dönemin başlangıcını işaretleyen sembol, Facebook’un patlamasıydı. Sosyal hareketlerin yenilgisi ve sosyal medyanın kuruluşu aynı anda gerçekleşti.
2020’lerde neler oluyor?
2001’de “Mutluluk Fabrikası” adlı bir kitap yazdım. İnternetin yalnızlık yaratma özelliğine dikkat etmemiz gerektiğini söyledim ama psikolojik boyuta o kadar çok dikkat etmemiştim. 2000’lerin ikinci on yılında, bu bana daha önemli geldi. Bugün, politikadan çok psikolojik olarak düşünüyorum. Mutluluk fabrikası, bir psikopatolojik toplama kampına dönüştü. Sosyal ve jeopolitik ilişkiler, sadece psikotik kategorilerle açıklanabilir. Politikanın kategorileri boş ve analitik olarak işe yaramaz hale geldi. Bir asır önce olduğu gibi, başka bir kitlesel psikoz yaşıyoruz. Bunun tedavi edilebilir olup olmadığını bilmiyorum, ama hayatımın son görevi olarak, kitlesel psikoz için çareler üretme üzerine düşünmeyi düşünüyorum, bu son derece zor bir görev.
Peki, ne öneriyorsunuz?
Medeniyetin yıkımının bir politik stratejinin değil, kitlesel bir psikozun tezahürü olduğunu anlayabilirsek, politik olarak başka bir şekilde mücadele etmeye başlayabiliriz. Politika psikoterapiye dönüşür. Bu, okullara psikolog koymak anlamına gelmiyor. Daha fazlasını ifade ediyor: Kitlesel yalnızlık üretiminin ve dayanışma bağlarının yıkımının tüm biçimlerini durdurmalıyız. Rekabet kültürünü durdurmalıyız. Nihayetinde, savaşı ve politikayı terk etmeliyiz. Güvencesiz ve köleleştirici işten vazgeçmeliyiz. Bu, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Büyük İstifa ile veya İtalya’daki değişimle zaten oluyor: Eskiden bir pozisyon için on kişi rekabet ederdi, şimdi boş pozisyonlar var. Son olarak, en önemli mesele, öngörülebilir iklim kıyametleri ve nükleer cehennemler yaratmamak. Türümüzü devam ettirme fikrinden firar etmeliyiz.
Bu noktada, uygarlık ve ilerleme ile ilgili temel fikirler ne olacak?
Tarihin belirli bir döneminde faydalı veya gerekli olmuş olabilir ama, “ilerleme” kelimesi artık sadece sermaye birikimi ve ekonomik büyümeden başka bir şey ifade etmiyor, bu da sürdürülebilir bir model değil. Endüstrinin insanlık tarihinde kaçınılmaz olduğundan emin değilim, ama gerçekleşti. Ancak şimdi, ekonomik büyümenin daha fazla yıkım, daha fazla acı, daha fazla ekolojik felaket, daha fazla yoksulluk anlamına geldiği açık. Artık “ilerleme” fikrini pozitif bir şey olarak göremeyiz.
Peki, uygarlıkla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Ben herkesin refah ve ekonomik üretime katılım olasılığı olarak “toplumsal uygarlık” ifadesini kullanıyorum. Bu anlamda, uygarlık olumlu bir gelişme olmuştur. Ancak bu terimi düşünürken, uygarlığı aynı zamanda Batılı beyazların diğerlerine boyun eğdirmesi projesi olarak da kavramak gerekir. Bu beyaz uygarlık şimdi krizde… ya da krizden daha fazlası, gerçek bir dağılma içinde.
Ukrayna’daki savaşın başlangıcından bu yana ve şimdi Gazze’deki savaşla birlikte, bir tarafta yaşlı beyaz Amerikalılar, yaşlı beyaz Avrupalılar ve İsrailliler var. Diğer tarafta ise insanlığın geri kalanı var. Küresel ekonomik-askeri gücü elinde tutan yaşlı beyaz bir azınlık ile intikam arzusu dışında ortak bir noktası olmayan bir çoğunluk arasında bir karşılaşma var. Mao Zedong’dan bu yana, Çin intikam peşinde… Batı, Afyon Savaşları’nın ardından Çin’e uyguladığı aşağılamaların bedelini ağır ödeyecek. Beyaz olmayanların intikamına tanık olacağız. Bunu görmeye başladık bile.
İsrail’in geleceği olmadığını yazdınız.
İsrail öldü. Ben bu on yılın sonunu göremeyeceğim, ama siz göreceksiniz, gençsiniz. Bana anlatırsınız.
Ama sadece 74 yaşındasınız!
Evet, ama ben çok da geçe kalmamayı tercih ederim: 80 benim için katlanılamaz bir sayı gibi görünüyor. İstemiyorum, hayır. Ama olsun, siz 2030’a ulaşacaksınız ve bana İsrail’in hala var olup olmadığını anlatacaksınız. İsrail’in bir geleceği olduğuna gerçekten inanmıyorum, çünkü bu proje, özellikle Netanyahu gibi bir mendebur yüzünden, çok derin bir çöküş yaşadı. Netanyahu’nun kendisi de yarattığı felaketten kurtulamayacak ama öte yandan, o İsrail’de şu anda var olmayan bir sol alternatifin gelecekte başarılı olma ihtimalini kesin şekilde engelleyecek kadar kuvvetli bir güçler toplamını temsil ediyor.
*****
Yaşlılık kesinlikle devrimcidir
Yaşlılık doğal olarak kişisel bir sorun, bedeniniz ve zihniniz için. Ama bugün, aynı zamanda yapısal da bir sorun, beyaz medeniyetin en büyük sorunu. Yaşlılık konusuyla çok ilgileniyorum: Felsefi açıdan, edebi açıdan heyecan verici… Arthur Schnitzler’i tanıyor musunuz? Freud’un zamanından bir Avusturyalı, yaşlanmakla ilgili çok ilginç şeyler yazmış. Ayrıca Sara Mesa, benim için Cara de pan, zamanımızın en derin kitaplarından biri! Genç kadın ve kuşlar, her şey ve aynı zamanda hiçbir şey hakkında konuşan çılgın bir yaşlı adam…
Sonuç olarak, yaşlılığı nasıl yaşayacağımızı bilmiyoruz. Yaşlanma fikrini, hiçbir şey olmaya dönüşme fikrini ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ve, anlamadığımız bir şeye nasıl tepki verelim? Trump gibi bazıları, ölümsüz yaşam isteyen, hayal kırıklığına uğramış ve öfkeli beyaz adamlar gibi yaşıyor ve biyoteknolojide, yapay zekada, hatta atom bombasında çözüm arıyorlar. Çünkü sonuçta, beyaz adamın medeniyeti şunu der: “Eğer ben ölürsem, herkes benimle birlikte ölsün. Hiçbir şey ve hiç kimse kalmasın.”
Odak noktasını değiştirmemiz gerekiyor. Yaşlılık, en büyük sorunumuz olduğu kadar, bir çözüm de olabilir. Yaşlılık, hiçliğe dönüşme sürecini — ölüme doğru gitmeyi — doğal ve hoş bir süreç olarak deneyimleyebiliyorsak, kesinlikle devrimcidir. Bedenimizin ve zihnimizin solmasını olağanüstü bir olay olarak deneyimleyebilmeliyiz. Bunu başarabilirsek — ölüm karşısında geleneksel teslimiyet kültürünü, hiçliğe dönüşmeyi kabul eden yeni bir kültürle değiştirebilirsek — içinde bulunduğumuz kitlesel çılgınlıktan kaçış için dönüştürücü bir adım atmış oluruz. Şimdi, beyaz medeniyetin bunu yapabileceğinden çok, çok şüpheliyim.