106’cı yıldönümünü kutladığımız Ekim Devrimi, halk sınıflarının oluşturduğu blokun zaferiydi; yeni iktidar yeni bir meşruiyet normu getirmişti, bu kapitalist sınıflardan kopuşun meşruiyetini oluşturuyordu. Ve bu nedenle, 1917’nin 25 Ekim’inde (Gregoryen takvimine göre 7 Kasım’da) Sovyetlerin tüm iktidarı ele geçirmesinden sonra başlatılan Sovyet demokrasisi, kendi yapılandırdığı meşruiyet temelinde eleştirilmelidir.
Muzaffer burjuva devrimlerinin yeni bir iktidar kurarak feodalizmin meşruiyetini reddetmesi gibi, 20. yüzyılın sosyalist devrimleri gibi gelecek devrimler de kendi iktidarını ve meşruiyetini oluşturarak kapitalizmin meşruiyetini reddedeceklerdir. Kısacası, gerçek gücün kapitalistlerin elinde olduğu Batı demokrasilerinin meşruiyeti ile SSCB’de oluşturulan iktidarın meşruiyeti aynı değildir. Çünkü bunlar farklı güçlerden ve birbirini reddeden karşıt toplumsal sınıflardan kaynaklanmaktadır.
Bu meşruiyet gerçeği aynı zamanda 19. ve 20. yüzyıllarda Marksizm ile demokratik haklar ve özgürlükler arasındaki ilişkinin belli bir ciddiyetle analizi gerektirir, elbette, SSCB’nin varlığıyla ortaya çıkan çetrefilli sorun açık bir şekilde ele alınmalıdır.
Marksizmin pratik ve siyasi cisimleşmesi olarak SSCB gösterilmesi yanlıştır. Sovyet bürokrasisi, 1920’lerde ve 1930’larda, Marksizmin tüm siyasi mirasını ve onun demokrasi ile ilişkisini pratikte parçalamak için geldi. Bolşeviklerin hataları sonucunda iktidarı ele geçiren totaliter klik demokrasiye geri dönme arzusunu susturacak idari mekanizmaları harekete geçirdi. Pratikteki bu kopuş, Sovyet bürokrasisi tarafından, Marksizm ve Bolşevik kılıfı altında ideolojik ve sembolik bir çağrısı olarak gerçekleştirildi. Bu şekilde, Sovyet bürokrasisinin maddi çıkarlarına dayanan bir tür ideoloji inşa edildi.
“Proletarya diktatörlüğü, başlangıcında, kendisini dünyaya ‘daha yüksek bir demokrasi türü’ olarak ilan eder. İşçilerin ekonomik boyunduruğu ve sömürüsüne dayandığı için tamamen biçimsel olan burjuva demokrasisinden sonra, işletmelerde özgürce seçilen işçi temsilcileri konseyleri sistemi ya da hiçbir ekonomik ayrıcalığı olmayan gerçek bir demokrasi oluşturulur.” Victor Serge
İşte bu noktada, Bolşeviklerin belirli hatalarını eleştiren Luxemburg sosyalizme geçişte evrensel demokratik özgürlüklerin ve hakların daha genel bir eleştirisine bırakıyor. Sınırlı oy hakkından bahseden Luxemburg şöyle diyor:
“Lenin’in ve Troçki’nin demokratik kurumlara yönelik eleştirilerinden, ilkesel olarak genel oy hakkı temelinde halk temsilini reddettikleri ve yalnızca Sovyetlere güvenmek istedikleri anlaşılıyor.”
Luxemburg’a göre, “işgücüyle geçinenlere” tanınan oy hakkı, yalnızca egemen sınıfları değil, toplumun ara kesimlerini, Sovyetlerde temsil edilmeyen işçi kesimlerini ve işsizleri de dışlar.
Demokratik haklara yönelik bu abluka, önemli sektörlerin politik anlayışlarını geliştirmeleri ve toplumdaki rollerini tıkar. Kurucu Meclis’in feshi ya da genel oy hakkının kaldırılmasıyla, Bolşevikler, “kamusal yaşamı bastırarak siyasi deneyimi ve yukarı doğru gelebilecek demokratik taleplerin kaynağını engellediler.” (Luxemburg)
Demokratik hakların kısıtlanmasıyla, Bolşevikler savaşın zorlukları karşısında daha iyi bir konuma gelmek amacıyla demokratik hakları kısıtladılar. “Aslında tam tersi doğruydu! Bolşeviklerin cesaret ve kararlılıkla üstlendikleri devasa görevler, kitlelerden en yoğun siyasi eğitimi ve deneyim birikimini” talep ediyordu. Dolayısıyla devrimci öncünün rolü, bu özgürlükleri kısıtlamak yerine, bu toplumsal deneyimi en üst düzeye çıkarmak için demokratik mekanizmaları ve özgürlükleri mümkün olduğunca genişletmektir.”
Tüm kısıtlamalar genel bir anlayışın sonucuydu. Luxemburg’a göre:
“Lenin-Troçki teorisinin temel yanılgısı ile Kautsky’nin ki aynı. İkisi diktatörlüğe arka çıkarak demokrasiye karşı çıkar. […] Kautsky ise gerçek demokrasiyi, burjuva demokrasisi olarak anlar ve lehine karar verir. Lenin ve Troçki parti diktatörlüğünü tercih ederler. Her iki taraf da gerçek bir sosyalist politikadan eşit derecede uzak olan iki zıt kutuptur. Diktatörlük uygulanmalıdır, ama bu bir partinin ya da bir kliğin değil, sınıfın diktatörlüğü olmalıdır. Sınıf diktatörlüğü, kelimenin en geniş anlamıyla, halk kitlelerinin mümkün olan en aktif ve sınırsız katılımı, sınırsız demokrasisi anlamına gelir.
Luxemburg proletarya demokrasisini: “Genel seçimler olmadan, sınırsız basın ve toplanma özgürlüğü olmadan, özgür bir fikir mücadelesi olmadan, her kamu kurumunda hayat ölür, sadece bürokrasinin aktif bir unsur olarak kaldığı bir yaşam görüntüsü haline gelir.” Demokratik Özgürlükçü Komünizmin temel demokratik vizyonu bu özlü ifadeden hareket ederek geliştirildi.
-Makale ERNESTO M. DÍAZ MACÍAS’ın “El Pensamiento Marxista Sobre La Democracia (Marx’ın Demokrasi Düşüncesi) başlıklı doktora tezinden yararlanılarak yazıldı.
Tesekkurler,emegine saglik
Cok dogru cagdas bir saptama.