1975 yılı, temmuz ayından kasıma kadar Silvan’da kısa dönem askerlik yaptım. Daha sonra bir yıl Ankara’da TKP İl Komitesi üyeliği.
Oysa parti yönetimi hemen Moskova’da Lenin Parti Okulu’na gitmemi istemişti. Bu güzel fırsatı istemeyerek tepmek zorunda kaldım. Asker kaçağı olmamak için hemen Türkiye’ye döndüm.
O sırada eşim Yıldız, Moskova’da bir yıl Lenin parti okulunda okudu. Yıldız, Nükleer Araştırma Enstitüsü burslusu olarak 1969 yılında İngiltere’ye gelmiş, önce 1973 yılında Londra Imperial College’i bitirmiş, aynı fakültede metalurji ve malzemeler dalında 1975 yılında yüksek lisansını tamamlamıştı. Ağustos 1976’da Sovyetler Birliği’nden Türkiye’ye döndü. İstanbul’da Çekmece Nükleer Araştırma Enstitüsünde mecburi hizmetini yapması gerekiyordu.
Parti yönetimi benim de Eylül 1976’da Ankara’dan İstanbul’a gitmemi istedi.
İstanbul Soğanlı’da yarı bodrum, yarı zemin kat küçük bir daireye kiracı olarak taşındık. 97A numaralı otobüsün son durağına iki dakika uzaklıkta bir binaydı. Evin çevresinde in-cin top oynuyordu. Geceleri ülkücü tosuncuklar açık havada pervasızca silâh tâlimi yapıyorlar, ertesi gün çok sayıda mermi kovanını evin yakınında yerlerde görebiliyorduk. Her gün ayak bileklerimize kadar balçık çamura batmadan eve ulaşmak mümkün değildi. Meğer bütün binanın elektrikleri de kaçakmış. Her an sigorta atıyor, ikide bir zifiri karanlık içinde kalıyorduk.
Yıldız’ın her sabah yirmi dakika balçıklı yolda bata çıka yürüyüp Nükleer Araştırma’nın servis arabasına telâşla koşuşturması içimi burkuyordu. Yıldız, çok sayıda MHP’linin doluştuğu Nükleer Araştırma Enstitüsü’nde mesaiyi tamamladıktan sonra Gaziosmanpaşa ve Zeytinburnu’na koşturuyor, İlerici Kadınlar Derneği’nin şubelerinde örgütleme ve eğitim çalışması yapıyordu.
Bense kapısı açık giden dolmuşlardan bazen sarkarak, çoğunca ayakta gözlüğümü dirseklerden sakınarak İstanbul’un bir semtinden öbürüne seğirtip duruyordum.
Kemal Bisalman’ın Ayrıntılı Haber gazetesinde İngilizce çevirmeni olarak bir iş bulmuştum. Yanımda da Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi Abalıoğlu’nun torunu olduğunu çok sonradan öğrendiğim Emine Uşaklıgil Fransız gazetelerinden seçtiği yazıları Türkçe’ye çeviriyordu.
Politika gazetesi, Ürün dergisi ve Konuk yayınları TKP’nin İstanbul’daki yasal propaganda etkinlikleriydi. Bir süre sonra buna Görsel Sanatçılar Derneği, Sanat Emeği dergisi ve Temel Dağıtım’daki yoldaşlarla ilişkiler eklendi.
TKP KONFERANSI
28-29 Ocak 1977’de Moskova’daki TKP Konferansı’na katıldım. Kamuoyuna Konya Konferansı diye duyurulan toplantıda kısaca partinin basın-yayın çalışmalarını anlattım. Bu toplantıya SBKP’den gözlemci olarak katılan Vadim Zagladin yoldaş, Türkiye İşçi Partisi’nin yasal çalışmasının önemini vurguladı. Marat yoldaş buna tepki gösterdi.
Konferanstan altı ay sonra Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da, Veliko-Tırnava ve Plovdiv kentlerinde partimizin etkinliklerini Bulgar yoldaşlara anlatma görevi bana düştü.
Yasa dışılık bize yasakçı rejimler tarafından dayatılmıştı. Ama bizler de kendimize dayatılan yasa dışılığı sanki kurulu düzene boyun eğmemenin ille zorunlu bir gereği, hattâ içten içe, gizliden gizliye bir erdemi sayıyorduk.
Ama 30-40 kadar yoldaş aynı günlerde yurt dışına çıkıp Moskova’da yapılan konferansı kardeş Yunanistan Komünist Partisi’nin organı Rizospastis gazetesinden Konya’da yapılmış gibi duyurduk. Sanki yasa dışılığı abartılı bir devrimcilik sanıyor, bundan ister istemez örtülü bir haz da alıyorduk. Gerçeği masumca da olsa çarpıtmanın ters tepeceğini pek hesaba katamıyorduk.
Hem yayınların yükü, hem de gitgide sayısı artan yoldaşlarla ilişkilerin ağırlığı nedeniyle üç ay çalıştıktan sonra Ayrıntılı Haber’den ayrıldım. Bütün gün İstanbul kazan ben kepçe, oradan oraya dolaşıp değişik yoldaşlarla tek tek bağlantı kuruyordum. Geç vakit pestilim çıkmış bir halde birkaç dolmuş ya da otobüs değiştirerek eve dönüyordum. Bana iletilen bir yığın yazı ya da çeviriye göz atıp gerekli düzeltmeleri yaptıktan sonra bir de yazı kaleme almam gerekiyordu. Bazen hem beden hem zihin yorgunluğundan başım okuduğum kâğıtların üzerine düşüveriyordu.
Politika gazetesinde 1976 yılında sadece bir tek partili yoldaşımız vardı. 1977 yılında yoldaşlarımızın sayısı hızla arttı. Hepsini sevgiyle, saygıyla hatırlıyorum. Ayrıksız hepsi özveriyle çalıştılar.
“BİR YOLDAŞ VAR, KENDİSİYLE NE YAPACAĞIMIZI BİLEMİYORUZ”
Ürün dergisinde Tarım ve Köylülük konusunda çok sayıda yazısı çıkan Kerim Aksu yoldaşı özellikle belirtmek isterim.
Parti yönetiminden dediler ki: “Bir yoldaş var, her söylenene itiraz ediyor. Kendisiyle ne yapacağımızı bilemiyoruz. Belki sen onun son şansı olursun.”
Yanılmıyorsam Fen Fakültesi mezunu olan yoldaşla tanıştık. Kendi kendine İngilizce öğrenmiş, İngilizce yayınları yakından izliyordu. İlk gün “şöyle oturup konuşalım” dedim. “Ben oturup konuşmam, hep yürüyerek konuşalım” karşılığını verdi. “Niye?” diye sordum. “Bizim durumuzdaki partilerde öyle bir yerde oturup konuşmak pek makbul ya da hayra alâmet değildir. Ben hep yürüyerek, fazla da lâfı uzatmadan konuşmayı yeğlerim” dedi. “Peki” dedim ve onunla her buluşmamızda hiç oturmadık, hep yürüdük.
Hatırladığım kadarıyla, asık suratla demeyeyim de, hep çok ciddi bir yüz ifadesiyle ve ciddice bir konuyu tartışırken, birden hiç ummadığınız bir anda müthiş espriler patlatırdı.
İkinci buluşmamızda dedim ki: “Bildiğim kadarıyla köylülük ve tarım konusunda partimizde uzman bir yoldaş yok, acaba sen bu konuyu üzerine alabilir misin?”
Biraz düşündükten sonra “bir bakayım, gelecek buluşmamızda yanıtını veririm” dedi.
Ve yanıtını sözle değil; pratiğiyle, edimiyle verdi. Bu alanda yayımlanmış ne varsa; kitap, tebliğ, monograf, makale nerdeyse hepsini topladı ve Ürün dergisine dizi yazılar yazmaya başladı.
Yedi-sekiz ay sonra askere gitti. Doğrudan bağımız kesildi. Bu arada Köy-Koop’un kongresi yaklaşıyordu. Kongreden önce dergide bir yazı yazmak gerekti, ama kim yazacaktı? Bunu düşünüp bir çare bulamazken, meğer Kerim Aksu yoldaş kendiliğinden Ürün dergisine “Köy-Koop Kongresi Yaklaşırken” başlıklı yazısını askerden postalamıştı.
“Kendisiyle ne yapacağımızı bilemiyoruz” dedikleri yoldaş, kimseden emir ya da talimat almadan kışlada yazısını yazmış ve derginin adresine postalamıştı. “Nerede bir yoldaş varsa, TKP oradadır” belgisini o gün Kerim Aksu’nun postadan çıkan yazısında görmüştüm.
PARTİ YAYINLARININ SÜRÜMÜ VE DAĞITIMI
Haftalık “Savaş Yolu” dergisinin sürümü 40 bini bulmuştu. Aylık “Ürün” dergisi 20 bin, “Barış ve Sosyalizm Sorunları” 10 bin basılıp dağıtılıyordu. “Politika” gazetesinin sürümü 30 bin dolaylarındaydı. Türkiye’nin o sıralar altıncı büyük gazetesiydi. İlerici-Yurtsever Gençlik” 40 bin, “Kadınların Sesi” 30 bin dağıtılıyordu. Azımsanacak rakamlar değil… Üstelik Türkiye’nin nüfusu bugünkünün yarısından daha azdı o zamanlar…
12 Eylül 1980 darbesine kadar 31 sayı yayımlanan aylık Sanat Emeği dergisinin Nâzım Hikmet geleneğinin sürdürülmesinde ve kültürel iktidarın hâlâ solda kalmasında özellikle önemli bir payı olmuştur.
Bütün bu yayınların hazırlanması, basımı, dağıtımı bu alanda sayısı yüze varan yoldaşların büyük özverisiyle oldu. Ben sadece partinin siyasetini uygulamaya geçirebilmek için yoldaşlar arasında eşgüdümü sağlamaya çalıştım. Bugün çoğu eski yoldaşın farklı görüşlerde olmasını yadırgamıyorum. Hepsine o çetin günlerden kaynaklanan saygımı, sevgimi bugün de koruyorum. Şimdi bakıyorum da, oğlum benim o günlerdeki yaşımı çoktan geçti. Ona bakarken kendi gençliğimi görüyor, bütün bunları biz o günlerde bütün eksiklerimize, yanlışlarımıza karşın nasıl başardık diye şaşmadan da edemiyorum. 21 yıllık faal TKP’li yaşamımdan bugün gönül ferahlığıyla, yüz akıyla vardığım sonuç budur.
Hani İki Şehrin Hikâyesi’nin en başında Charles Dickens yazmıştı ya:
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; hem akıl çağıydı, hem aptallık; hem inanç devriydi, hem de kuşku. Aydınlık mevsimiydi; Karanlık mevsimiydi. Hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı. Hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu. Hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana – sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece ‘en iyi ya da en kötü’ sözcüğü kullanılarak öbürüyle karşılaştırılabileceğini iddia ederlerdi.”
İşte adına “Atılım” dediğimiz o karmaşa, kargaşa ve umut yıllarında tanıdım parti basınında çalışan yoldaşlarımı. Acımasız teröre kurban verdiğimiz Politika gazetesi ve Savaş Yolu dergisi yazı işleri müdürü Ali İhsan Özgür’ü, Temel Dağıtım Diyarbakır sorumlusu Mehmet Çakmak’ı, bugün artık anılarımızda yaşayan Doğan Görsev, Ayşe Bilge Dicleli, Aydın Şenesen, Ertan Uyar, İsmail İnanç, Atilla Tanılkan’ı, basın-yayın alanındaki yoldaşların hepsini partimizin yüzüncü yıldönümünde sevgiyle, saygıyla anıyorum.
1 MAYIS 1977 KIRIMI
Hatırlayalım: O zamanlar Atılım bizimleydi. TKP üzerindeki yasak son bulsun istiyorduk. Yarım yüzyıl sonra en az yarım milyon insanın katıldığı 1 Mayıs Bayramımız tam sona ermek üzereydi. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler tam konuşmasının sonuna gelmişti. “En onurlu ve görkemli gününü 1 Mayıs 1976’da ve bugün 1 Mayıs 1977’de yaşayan bu alanın adının 1 Mayıs Alanı olarak değiştirilmesini istiyor musunuz?” diye sordu. Meydandaki yüz binler büyük bir coşkuyla “Evet” diye haykırdı ve birden kurşun sesleri duyuldu. Ardından büyük bir panik ve izdiham başladı. Eşimle birlikte Kazancı Yokuşu’nun biraz önündeydik. O cehennemî kargaşada tesadüfen ölmedik. Ama 37 yurttaşımız yaşamını yitirdi. 126 kişi yaralandı.
Otomatik silahla ateş açan beyaz Renault kimindi? Inter Continental Oteli’ndeki (The Marmara Hotel) gizli servis elemanları, Sular İdaresi’nin tepesindeki silâhlı adamlar kimlerdi? Yıllar geçti, bu karanlık güçler gün ışığına çıkarılamadı.
https://m.bianet.org/bianet/siyaset/138133-1-mayis-1977-kanli-bayram
https://m.bianet.org/bianet/emek/207893-1-mayis-in-hafizasi-taksim-meydani
1977 yılının İstanbul’unu, göresim gelen gençliğimin acı-tatlı günlerini hatırlıyorum.
1 Mayıs kırımından bir ay sonra 29 Mayıs 1977’de Bülent Ecevit’e İzmir Çiğli Havaalanı’nda suikast girişiminde bulunuldu.
BÜYÜK GREV
Ertesi gün, 30 Mayıs 1977’de DİSK’e bağlı Maden-İş Sendikamız, Madeni Eşya Sanayicileri, MESS’e karşı 23 fabrikada Büyük Grev’i başlattı. Grev daha sonra 63 iş yerine yayılıp binlerce metal işçisini kapsadı. Dünyaca ünlü mizah yazarımız Aziz Nesin, Vatan gazetesinde grevin yanlış olduğunu anlatan bir yazı yazdı. Bunun üzerine “Aziz Nesin, sen nesin?” diye sol içinde anlamsız bir dalaşma içine girildi.
Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne (DGM) karşı direniş nedeniyle işten çıkarılan işçiler işlerine iade edilmediler ama kara listeler yırtıldı. Kıdem tazminatları arttırılamadı ama çalışma süreleri kısaltıldı. Ve işçi ücretlerinde önemli artışlar sağlandı.
Hatırlayalım o günleri: 2 Haziran 1977. Başbakan Süleyman Demirel muhalefet lideri Bülent Ecevit’e telefonu açtı. Taksim’de Ecevit’e suikast düzenleneceği ihbarını aldıklarını, dürbünlü tüfekle ateş edileceğini, ancak kendisini koruyamayacaklarını iletti.
Bülent Ecevit, TRT’den olayı halka duyurdu: “Söz verdiğim saatte ben ve eşim Taksim’de olacağız, ama bu koşullar altında kimsenin gelmesini isteyemem, Sizden bir dileğim varsa o da yarın bize ne olursa olsun 5 Haziranda herkesin sandık başına gidip oy vermesini istiyorum” dedi.
Ertesi gün iki buçuk milyon nüfuslu İstanbul’da yarım milyondan fazla insan Taksim’de toplandı. 1 Mayıs katliamından bir ay sonra Türkiye’de seçim tarihinin en kalabalık ve en coşkulu mitingi yapıldı.
1 Mayıs 1977’de de, 3 Haziran 1977’de orada, Taksim alanındaydım. O günlerin coşkusunu, yürek çarpıntısını doğrudan olayların içinden yaşadım.
İki gün sonra 5 Haziran 1977 seçimleri yapıldı. Oyların yüzde 41,4’ünü alan Cumhuriyet Halk Partisi 213 milletvekili ile seçimlerden birinci parti olarak çıktı, ama tek başına hükümet kurması için gereken 226 milletvekilini elde edemedi. Süleyman Demirel’in başbakanlığında Adalet Partisi, Milli Selâmet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi İkinci Milliyetçi Cephe Hükümetini oluşturdular.
İşte bu koşullarda yayın yapıyorduk.
NEREDE BİLİNÇLİ BİR OKUR VARSA, PARTİ ORADADIR
Parti basını, yayınların dağıtımı TKP’nin örgütlenme ağı oldu. Parti yayınına erişen kişi eline rastgele gazete tutuşturulan edilgin bir okurdan farklıdır. Parti basınının, parti yayınlarını dağıtımın katalitik bir işlevi vardır. Parti yayını başkalarını etkiler, ateşler, örgütler. Artık nerede bilinçli bir okur varsa, parti oradadır.
O zamanlar sol yayınlara büyük ilgi vardı. Ancak yayınların düşünsel içeriğinin özlenen ölçüde dolgun ve zihinsel açıdan yeterince doyurucu olduğunu söyleyemem. Ne de olsa hem zamanımızın ürünüydük, hem de gece-gündüz koşuşturmaktan herhalde görüşlerimizi geliştirmeye yeterince vakit bulamıyorduk.
Ürün ya da Barış ve Sosyalizm Sorunları dergisine çeviriler geliyordu. Partinin adı Partito Comunista İtaliano, yani İtalyan Komünist Partisiydi. Yoldaşlar bunu ya İtalya ya da İtalyalı Komünist Partisi diye çeviriyorlardı. Parti Communiste Français, yani Fransız Komünist Partisi, bazen Fransa, bazen de Fransalı Komünist Partisi şekline bürünüyordu. Hangi akla hizmetse, çoğu ülke partilerinin adlarının arkasına da Brezilyalı, Bolivyalı, Portekizli Komünist Partisi gibi bir ‘-lı’ ya da ‘-li’ takısı ekleniveriyordu.
Sanki bütün bu ülkelerde başka milliyetler ya da etnik gruplar yokmuş gibi, bizim yoldaşlar arasında ülkedeki başlıca ulusun adını kullanmaktan kaçınma gibi bir eğilim oldukça yaygındı. Genç yoldaşlar her durumda yerli yersiz Türkiyeli sözcüğünü kullanıyorlar, Türk derlerse sanki Kürtler yadsınıyor ya da dışlanıyormuş gibi Aristocu bir mantığın etkisiyle kardeş partilere tuhaf bir iyelik eki ya da takısı yakıştırıyorlardı.
Çevirileri aslıyla karşılaştırıp elementer yanlışları düzeltmenin yanı sıra, bu tür çocukça basit hatalarla uğraşmaktan derli toplu bir yazı yazmama da pek vakit kalmıyordu.
KAHRAMANMARAŞ KIRIMI VE MAHMUT DOĞAN PASAPORTU
19 Aralık ile 26 Aralık 1978 tarihleri arasında Kahramanmaraş’ta “komünistler camiyi bombalayacak” yalanıyla Alevi yurttaşlara karşı korkunç bir katliam tezgâhlandı. Bir hafta süren olaylar sırasında 111 kişi öldürüldü. 200’den fazla ev yakıldı, 100’e yakın işyeri yerle bir edildi. Dönemin İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan raporda kırımın planlayıcılarının “26 seyyar piyango bayisi görünümünde şehre geldikleri saptanmıştır” denildi.
Bahçelievler Katliamı sanıklarından Ünal Osmanağaoğlu, Haluk Kırcı, Bünyamin Adanalı, Ahmet Ercüment Gedikli gibi isimlerin katliamın yaşandığı günlerde Kahramanmaraş’ta oldukları belirtildi. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit, olayların kendisini uzun süredir direndiği sıkıyönetim ilânına zorlamak için kontrgerilla tarafından çıkarıldığını söyledi.
Aralık ayının son günü parti yönetimiyle görüşmek üzere yurt dışına çıkmam istendi. O sıralar yılda en fazla bir kez yurt dışına çıkılabiliyordu. Kendi pasaportumla çıkmam mümkün değildi. Partinin verdiği, ama vesikalık resmimin yapışık olduğu başka bir pasaportla uçağa bindim. Uçak bir saat kadar kalkmadı. Bir ara “sayın Mahmut Doğan, lütfen uçağın ön tarafına gelmeniz rica olunur” diye bir anons yapıldı. “Hapı yuttuk” diye düşündüm. Soğukkanlılığımı koruyarak uçağın ön tarafına doğru yürüdüm.
İki polis, resmî mi yoksa sivil miydi, şimdi hatırlamıyorum, “lütfen pasaportunuz” dediler. Oysa pasaport kontrolü önceden yapılmış, uçağa bineli nerdeyse bir saat olmuştu. Pasaportu cebimden çıkarıp memurlara uzattım. Önlerinde bir kâğıtta bir sürü isim-soyadı, yanında da herhalde ana-baba adları yazılı bir liste vardı. Pasaportu inceledikten sonra nüfus kâğıdınız (kimlik kartınız) dediler. Pasaportum vardı, ama yanımda kimlik kartı yoktu. “Kimlik kartım yanmda değil” dedim. “Ama seyahat ederken kimlik kartının da üzerinizde olması gerekiyor” dediler. En sonunda anamın ve babamın adını sordular. O sırada ellerindeki kâğıdın diplerine doğru gözüken Mahmut Doğan ile yanında bir erkek bir kadın adını gördüm. Orada yazılı olan isimleri mi söyleyeyim diye bir an düşündüm. Hemen rastgele başka iki ana-baba adı söyledim. Polisler, “bir daha mutlaka pasaportunuzun yanı sıra nüfus kâğıdınızı da yanınızda bulundurun” deyip teşekkür ederek yerime oturabileceğimi söylediler.
Bir hafta sonra Berlin’den yine Mahmut Doğan pasaportuyla İstanbul’a döndüm. Bir ara gazetelerde Mahmut Doğan adlı kişinin Kahramanmaraş katliamının baş sanıklarından birisi olduğunu okudum. O gazeteler elimde yok ama şimdi internet üzerinden bulduğum bir ifadeyi aktarıyorum:
BABALARI ÖLDÜRÜLEN İKİ KIZKARDEŞİN İFADESİ
“Kahramanmaraş’ta öldürülen İlköğretim Müfettişi Süleyman Metin’in kızlarıyız. Olaylardan bir hafta kadar önce, ellerinde defter-kalem olan iki şahıs geldi. ‘Nüfus sayımı için evlerin numaralarını yeniden belirliyoruz, kaç kişi oturduklarını yazıyoruz’ dediler. Sonra kapımıza 12/A numarasını yazdılar. Yanına işaret koydular. Cuma günü akşamı mahallede büyük bir kalabalık oluştu. Çokuçkunlar’ın taksisinin sayısız gidiş-geliş yaptığını gördük. Cumartesi günü ellerinde av tüfeği, taş, sopa, satır, Kur’an bulunan saldırganlar ‘Müslüman Türkiye’, ‘Kahrolsun Komünistler’, ‘Alevilere Ölüm’ diye bağırmaya başladılar.”
“Bitişiğimizdeki odun deposundan da bunlara odun dağıttılar. Saat 11:30’da evimize saldırdılar. Camları kırıp içeriye gazlı meş’aleler attılar. Yatak odasına attıkları bombanın patlamasıyla yangın çıktı. Arkasından kurşun yağmuruna tutulduk. Babam Süleyman Metin karnından yaralandı, yere düştü. Mutfağın pencere demirini testere ile keserek içeriye iki saldırgan girdi. Babama ‘teslim olmasını’ söylediler. Kapıyı açtılar, içeriye doluştular. Ellerindeki tüfek ve sopayla yaralı babamı dövmeye başladılar. Arkasından silâh sesi geldi. Babam kanlar içinde yerde yatıyordu.”
“Saldırganlar, küçük kız kardeşim Hürriyet’in babama sarılarak ağlamasıyla alay ederek gülüşüyorlardı. Evin her tarafına gaz, benzin dökerek ateşe verdiler. Babamın cesedini dışarı çıkarmaya çalışıyorduk. Saldırganlar ise ‘bırakın kâfir yansın’ diye bağırıyorlardı. Sonra cesedi ateşe doğru çektiler. Bizi de sopayla dövmeye başladılar. Bizi evden çıkardılar. Sokaklarda gezdirmeye başladılar. Pijamalarımızı aşağıya indiriyor, çirkin davranış ve hakaretlerde bulunuyorlardı.”
“Topluluğun başında bulunan sakallı Mahmut Doğan’ın elinde et satırı vardı. Bizi ‘sizin hesabınızı daha sonra göreceğiz, Alevilerin son günü, boynunuzu vuracağız’ diyerek korkuturken topluluğu da sürekli olarak tahrik ediyordu. O sırada kadınlı erkekli bir grup arkamızdan ‘Bunların kökünün sonu gelsin, kahpeler, orospular. Ecevit gelsin sizi kurtarsın, komünistler’ diye bağırıyor ve hakaret ediyordu. En sonunda olay yerine gelen bir askeri araçla vilâyete götürüldük.”
“Mahmut Doğan, Yörükselim Mahallesindeki katliamda 7-8 kişinin hunharca öldürülmesinden sorumlu tutulup idam cezası Askeri Yargıtay’ca da onanan (Sakallı Hoca)’dır.”
Babaları öldürülen Nusret ve Songül Metin kardeşlerin ifadeleri işte böyleydi.
Benimse ne uçağa binerken ne de bir hafta sonra Berlin’den dönüşte uçaktan inerken Mahmut Doğan’ın kim olduğundan hiç haberim yoktu. Ve bindiğim uçak, Kahramanmaraş katliamı baş sanıklarından Mahmut Doğan adlı kişi, yani sahte adaşım yüzünden mi bu kadar gecikmişti, hâlâ bilmiyorum.
O sıralar yüz yaşına merdiven dayamış üçüncü cumhurbaşkanı Celâl Bayar, bir kez daha “böyle giderse bu kış komünizm Türkiye’ye gelecek” demişti. Nereden varmıştı bu sonuca? Bizdeki devrimci durum var mı yok mu tartışmalarından mı, yoksa Milli Savunma Bakanının oğlu, İçişleri Bakanının kardeşi, Genelkurmay Başkanının damatlarından birinin TKP’li olduğu haberini mi almıştı bir yerlerden? Devleti her yanından kuşatmış mıydık? Ya da “sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı” diyen eski bir genel kurmay başkanının sözlerinden mi kalmıştı hatırında? Kestirmek zor.
O kış Türkiye’ye komünizm gelmedi ama CİA’nın Türkiye istasyon şefi Paul Henze’nin “bizim çocuklar yaptı” diye nitelediği Evren cuntasının askeri darbesi ertesi sonbahar bir heyula gibi üzerimize çullandı.
BİRAZ DA GÜLELİM: “BU KIŞ KOMÜNİZM GELECEK”
Ekşi Sözlük’ten bir İnternet geyiği aktarayım:
– Bu kış kominizm gelecek hüso… hissediyorum.
– nasil hissediyon lan?
– daya kulağını yere..
– dayadım.
– duyuyo musun sesleri, görüyo musun geleceği?
– abi domaldık, yeri dinliyoz, alt kattaki fasoncunun tezgâhlar çalışıyo, başka da bişi duymadım ben.
– hüso kominizmin dişlileri onlar, takır takır özgürlük işliyor, paylaşım dokuyor, hak hukuk örüyor.
– abi neyse senin bana borcun vardı ya…
– hüso kominizm geliyo, hüso mal-mülk hava civa hüso
– abi ditmişim komunizmin çivisini, borcun oldu dağ kadar.
– hüso bilmem mi hüso…fabrikayı sattım hüso, alttaki fason tezgâhlar benim hüso… girdi kıçıma hüso… kominizm gelsin artık hüso!.. kadanı alayım, komürünü de alayım hüso…affet hüso…ühühü…
1979 TKP PROGRAMI DÂVASI
Ürün yayınları arasında çıkan TKP Programı’nın mahkemede yargılanması 17 Ekim 1978 günü başladı. Başta İstanbul Barosu Başkanı Orhan Apaydın olmak üzere elliye yakın avukat “biz bu programı savunacağız” dediler. Hıncahınç duruşma salonuyla, postane önlerindeki upuzun telgraf kuyruklarıyla, yığınsal toplantılarla on binlerce yurttaş “bu program bizim onurumuz, bizim savaşım kılavuzumuzdur” görüşünü dile getirdiler. Değişik ülkelerden siyaset adamları, hukukçular, sendikacılar dayanışma için Türkiye’ye geldiler. Ürün dergisinin yazı işleri müdürü Ahmet Taştan mahkemede TKP programını ve TKP üzerindeki yasağın kaldırılmasını kararlılıkla savundu.
Ve nihayet 26 Ocak 1979 tarihinde İstanbul İkinci Ağır Ceza Mahkemesi, Türk Ceza Kanunu’nun 142. maddesinin Anayasa’ya aykırılığı iddiasını “ciddi” bularak dosyanın Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesine oybirliği ile karar verdi. Dâvanın savcısı Çetin Yetkin ile mahkeme başkanı Ramiz Emre ve mahkeme üyeleri dürüst ve vicdanlı hukukçulardı.
Babam Zeki Çulfaz 1951 ile 1954 yılları arasında Kars’da Cumhuriyet savcısı iken Ramiz Emre de Kars Ağır Ceza Mahkemesi başkanıydı. Ramiz Emre’nin oğlu Mehmet Emre, Kars Gazi İlkokulu’nda arkadaşımdı. 1953 yılında öğretmen sınıfımızı bir dâvayı izlemek üzere mahkemeye götürmüştü. Orada babamı cüppesiyle savcılık, Mehmet’in babası Ramiz Emre’yi ise mahkeme başkanlığı kürsüsünde görüp dinlemek on bir yaşlarındaki biz iki çocuğu heyecanlandırmıştı.
26 yıl sonra Ramiz Emre’yi partimizin programını yargılayan yasa maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvuru kararını verirken dinlemekten kıvanç duydum.
Ramiz Emre için, dâvanın savcısı Çetin Yetkin, “Bir Savcının Not Defterinden” (Gürer Yayınları) adlı kitabında şöyle yazıyor:
“Ramiz Emre, Türkiye’nin en kıdemli ağır ceza başkanı olmasına rağmen hiçbir zaman arabası olmadı, Fatih’teki evinden Sultanahmet Adliyesi’ne otobüsle gider gelirdi, hele kötü havalarda… Yargıç aylığı ile ancak ailesini geçindirebilmişti. İstanbul’un insanın içine işleyen soğuk ve yağmurlu bir sabahında adliyeye ulaşabildiğinde, otobüsün içindeki kalabalık, itiş kakış yüzünden saçının dağılmış, kravatı yana kaymış, paltosunun düğmesinin kopmuş hali hâlâ gözümün önündedir. Gün geçtikçe onu daha çok sevdim, saygım ise sonsuz.”
O zamanlar cüzdanıyla vicdanı arasında sıkışmayan epeyce dürüst hukukçu vardı. Bugün de böylesi hukukçuların toptan yitip gittiklerine inanmak istemiyorum.
1979 yılı terörün hızla tırmandığı bir yıl oldu. Parti yönetimi, Atılım’ın baş redaktörlüğü için beni düşündüğünü, bunun için yurt dışına çıkmamı istedi. Ama önce Lenin Parti Okulu’nda altı ay süreyle özel öğrenim görmem gerekiyordu. Kısmî Senato seçimlerinin yapıldığı 15 Ekim 1979 günü İstanbul’da Beria Bakıye Onger için oyumu kullandıktan sonra bu kez yine başka bir pasaportla yurt dışına çıktım.
2 Ekim 2020