Önceki gün bir yoldaşım “Köşelerden Bir Demet” başlıklı iletileri hangi “saik”le yolladığımı sordu. Kendisine verdiğim yanıtı Demokrasi İçin Birlik ve Dayanışma Sitesi okurlarıyla da paylaşıyorum.
Değerli yoldaşım,
İletin için çok teşekkür. Ve uzun yıllar ötesinden epeyce gecikmiş bir merhaba.
Bu iletileri niye yolluyorum?
Birincisi, genellikle herkes birbirine önemli gördükleri yazıları yolluyor. Ben de 60 yıldır hep okuduğum gazeteleri atmadan önce kesip değişik başlıklı dosyalara yerleştirirdim. Sonra bunu TKP arşivi için yaptım. Bu böyle sürdü gitti.
Yazı yazmak için insanın bir arşivinin olması gerekiyordu. Önce kendim için başladığım bu arşiv, daha sonra ortak bir parti arşivine dönüştü. Böyle bir arşiv, hem insanın belleğini canlı tutuyor, hem de yazılı propaganda çalışması için vazgeçilmez bir ön malzeme oluyor, değil mi?
Sonra internet medyası dönemi geldi. Yaklaşık yirmi yıl var ki, kupür kesmekten kurtuldum. Artık kopyala-yapıştır yoluyla bilgisayarda yazarlar ve konular üzerinden binlerce dosya kolayca oluşabiliyor. Aradığın kişiyi, konuyu birkaç sözcükle bilgisayarının içinde kolayca bulabiliyorsun.
Hattâ artık Hazreti Google sayesinde buna bile o derece gerek olmayabiliyor. Hemen her şey Google’ın çeşitli versiyonları üzerinden kolayca bulunabiliyor.
Bir süredir ben de herkesin birbirine tek tek yolladığı bağlantılar yerine, her gün kendim için muhafaza ettiğim yazıları bazı dostlarla paylaşayım diye düşündüm. Buna başlamışken iletileri yolladığım bazı dostlar da kendi dikkatlerini çeken yazıları ya da video bağlantılarını iletmeye başladılar. Yani şakayla karışık söyleyeyim, yavaş yavaş propaganda-ajitatör damarım depreşti, sanki yeniden gevşek bir “örgüt” ağı oluşmaya başladı.
Ama bir de bunun daha bir öznel yanı var. 1961 Mülkiye girişli bir sınıf arkadaşımla Muzaffer Şerif Başoğlu üzerinden süregelen uzun yazışmalarımız oldu. O yazışmalar beni okuduklarımı dostlarla, kanaat önderleriyle paylaşmaya dâvet etti.
Daha da önemlisi, çoğu eski TKP’li yoldaşlardan oluşan Demokrasi İçin Birlik ve Dayanışma Sitesi yöneticisi, paylaşımlarımı ve yazılarımı siteye yerleştirmeyi önerdi. Bir de buna elbette TKP’nin Yüzüncü Yıldönümünü eklemem gerekiyor.
Birçok eski yoldaş genellikle karamsar. Partimiz nereye gitti diye dövünüyor.
Bense bütün bu yüzyıllık mücadelenin boşa gitmediği, eskiye göre elbirliğiyle epeyce mesafe aldığımız kanısındayım. Elbette daha yapacak çok şey var. Bugün büyük onurumuz Nâzım Hikmet, karşıtlarımız da içinde, hemen herkesin dilinde.
1976’da Ürün dergisinde onun şiirlerini bastığımızda savcılar hemen yedi buçuk yıl hapis istemiyle dâva açıyordu. Yalnızca İstanbul’da 7-8 yerde Nâzım Hikmet Kültür merkezleri, Nâzım heykelleri var. Keza Anadolunun birçok büyük kentinde de bu böyle…
8 Mart, toplumda eskiden genellikle komünist kadınlar günü diye bilinirdi. Bugün kadınlar kızıl ve mor bayrakları elde, biber gazlarına karşı cesurca haklarını savunuyorlar.
Gericilik, yobazlık 18 yılda adım adım siyasal iktidara yerleşti. Ama kültürel iktidar bence hâlâ bizde. Başkalarını saymayayım, tek başına büyük Nâzım’ın şiirleri, Ruhi Su’nun türküleri, Aziz Nesin’in ölümsüz mizahı, Genco Erkal’ın varlığı başlı başına bunun somut kanıtı.
Kısacası, Türkiye bir dar boğazdan geçiyor. Diyeceksin ki, ne zaman geçmedi ki? İktidarın ötekileştirici, ayrıştırıcı yaklaşımına karşı alttan alta büyük bir direniş gelişiyor.
Son İstanbul belediye başkanlığı seçimleri, ayrıca on büyük ilin belediyesinin elbirliğiyle kazanılması önemli bir başarı oldu. Şimdi çok zor ama bu kazanımı özenle koruyup sürdürebilmek, daha ileriye götürebilmek büyük önem taşıyor.
Gençliğimden beri komünistlerle CHP’nin (elbette özellikle CHP’nin sol kanadının), Kürt devrimci demokratlarının, amipler gibi hep bölünmeye teşne olan Marksist solun değişik güçlerinin işbirliğini savundum.
HDP’nin, CHP’nin ve 13-14 parçaya ayrılmış küçük sol partilerin bir yıl önceki belediye başkanlığı seçimlerindeki işbirliği, iyi saatte olsunların iğvasına kapılmadan bence titizlikle korunup geliştirilmeli.
İşte ben şu sıralar bunun için yazıyorum. Bu “saik”le okuduğum yazıları paylaşıyorum. Gençliğimden bu yana ben hep bir taraf oldum. Ama muarızımızın da haklı yanlarını gözeten, elimden geldiğince haksever, vicdanlı, olabildiğince “nesnel” bir taraf olmaya çaba gösterdim.
Emperyalizme, faşizme, gericiliğe karşı gençliğimde nasıl Yön dergisi ile Türkiye İşçi Partisi’nin (ki örtük TKP idi o parti), CHP’nin sol kanadının, Kürt devrimci demokratlarının eylem birliğini savunmuşsam bugün de benzeş bir minval üzre hep öyle gidiyor, öyle kararlılıkla bu eylem birliğini savunuyorum.
Çok daha ileride devleti yavaş yavaş sönümleyecektik, ama Berlin duvarının yıkılması, Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle, yeni koşullara uyarlayabilmek için büyük çaba göstermemize rağmen tarihsel TKP’miz sönümlendi, ama TKP’nin devrimci mirası bence bugün HDP’nin, CHP’nin, 13-14 parçaya ayrılmış Marksist parti ya da öbeğin içinde yaşıyor.
Kısacası tarihe karıştı denilen Türkiye Komünist Partisi, bugün toplumun kılcal damarları içinde yaşıyor. Eskisi gibi tek bir merkez üzerinden değil, yeni koşullarda değişik parti ve öbekler içinde eskisinden daha canlı olarak varlığını sürdürüyor.
Hangi belediyeye baksam bizim İGD’nin, İLD’nin şimdi ak saçlı birer eski ”tüfek” olmuş gençlerini, onların çocuklarını görüyorum.
Çoğu dostumuzun karamsarlığına rağmen, iyimserlik yanım ağır basıyor. Hani ne derler, zihnin kötümserliğine karşın, gönül (irade) yılmadan hep iyimser…
Değişik güçler arasındaki bağları bir an önce pekiştirebilirsek, ayrıştırılmaya, ötekileştirilmeye çalışılan toplumumuzun içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan elbirliğiyle çıkabileceğimize inanıyorum.
İTÖF OLARAK 1970 GEDİZ DEPREMİ İÇİN 172 STERLİN BAĞIŞ YAPIYORUZ
Bu uzun girişten sonra yaşam deneyimim üzerinden aklımda kalanları yazmaya devam ediyorum.
Geçen yazımda belirtmiştim: 28 Mart 1970’de Kütahya’nın Gediz ilçesinde büyük bir deprem oldu. 1,086 kişi yaşamını yitirdi. İngiltere Türk Öğrenci Federasyonu olarak bir yardım kampanyası başlattık. Bu kampanya sonucu 172 sterlin bağış topladık.
Deprem için toplanan bağışlar genellikle Kızılay’a gönderiliyordu. Ancak bağışların önemli bir bölümünün çarçur edilip yerine ulaşmadığı yaygın bir kanaat idi. İTÖF yönetim kurulunda topladığımız parayı nereye göndermemiz gerektiğini tartıştık.
Yönetim Kurulu üyesi Gıyas Tahsin Önal “Dev-Genç’e yollayalım” dedi. Ben Türkiye İşçi Partisi yanlısı Sosyalist Gençlik Örgütüne (SGÖ) göndermeyi önerdim. Sonunda bire karşı dört oyla benim önerim kabul edildi. İTÖF Yönetim Kurulu üyesi Adnan Bucak ile birlikte 172 sterlini adını duyduğumuz ama kendisini hiç tanımadığımız SGÖ Başkanı Nihat Akseymen adına Barclays Bank’dan havale yoluyla Ankara’ya gönderdik.
SGÖ BAŞKANI NİHAT AKSEYMEN LONDRA’YA GELİYOR
Nihat, Gediz depreminden birkaç ay sonra Londra’ya geldi. Benimle uzunca bir görüşme yaptı. Bana, İTÖF’lü arkadaşlarıma büyük bir yakınlık ve içtenlik gösterdi. İngiltere’deki Türkiyeli öğrencilerin durumunu ve asıl önemlisi TKP’yi konuştuk. Zaten Türkiye İşçi Partisi’nin gençlik örgütünün başkanı olduğu için ona hemen kanım kaynadı.
Ancak Nihat TKP’den söz ederken sürekli “Selma Abla, Selma Abla” diyor, ondan övgüyle söz ediyordu. Birkaç gün sonra da “Selma Abla” dediği Selma Ashworth ile birlikte üçümüzün Almanya’ya kısa bir gezi yapmamızı önerdi. Ben hiç gözümün tutmadığı “Selma Abla” ile birlikte ne için Almanya’ya kısa bir gezi yapacaktım? Nazikçe Nihat’ın Almanya’ya gitme önerisini geri çevirdim.
NİHAT’IN TAVSİYESİ VE OLDUBİTTİSİYLE TKP’YE ÜYE OLUYORUM
İngiltere’ye temelli geldikten sonra kendisinden öğrendiğime göre, Nihat meğer Selma Ashworth aracılığıyla TKP’yi bulmuş, Zeki Baştımar yoldaşla görüşüp TKP üyesi olmuş. Bana da şakayla karışık “sen gelmedin, güzel bir fırsatı kaçırdın, ister kabul et, ister etme, sen de TKP üyesi oldun” dedi. Nasıl itiraz edebilirim ki? Eski dille söylersek, Nihat yoldaşın “müzahirane” (destekleyici, arka çıkıcı) tavsiyesi ve onayıyla TKP üyesi olmuştum.
Ben zaten Büyük Britanya Komünist Partisi üyesiydim ve yıllardır Bizim Radyo’ya kulak veriyor, World Marxist Review dergisini ve onun Türkçe basımı olan Yeni Çağ’ı düzenli olarak okuyordum. Türkiye İşçi Partisi’nin Emek dergisini İngiltere’deki sempatizan arkadaşlara dağıtıp karşılığını partiye yolluyordum.
Dahası, Yakup Demir (Zeki Baştımar) yoldaşın gerek TİP gerekse sol hareket içindeki kimi abartılı görüşleri ağırbaşlı bir üslûpla eleştirdiği Yeni Çağ dergisinin arkasındaki yazılarını özellikle beğeniyordum. Bu nedenle dünya komünist hareketinin ayrılmaz bir bileşeni olan TKP’ye katılmamdan daha doğal bir şey olamazdı. Üstelik Nihat, TİP’in gençlik örgütünün başkanıydı. Ona kısa zamanda kanım kaynamıştı.
Ancak provokatif tavır ve davranışları nedeniyle Selma Ashworth’u hiç gözüm tutmamıştı. Ve herhalde Selma Ashworth’un da müdahil olduğu bir emrivâki ile partiye ilk adımımı atmak istemezdim. Üstelik o sırada Türkiye İşçi Partisi, Dördüncü Kongresini yapmaya hazırlanıyordu. Henüz 12 Mart 1971 darbesi olmamış ve henüz Türkiye İşçi Partisi kapatılmamıştı. Partinin yasal varlığı sürüyordu. Bizim de birey olarak yasallığı korumaya göz bebeğimiz gibi titrememiz gerekiyordu.
TOPLADIĞIMIZ DEPREM PARASI DÖRDÜNCÜ KONGRE İÇİN HARCANMIŞ
1970 yılı sonuna doğru Türkiye’ye gittim. Bir ara Türkiye İşçi Partisi Genel Merkezine uğradım. Cemal Kıral yoldaşı ilk orada tanıdım. Aynı zamanda SGÖ’lü genç arkadaşların bazısıyla da görüştüm. İngiltere’den yolladığımız depreme bağış da bir ara söz konusu oldu. Arkadaşlar bağış için teşekkür ettiler. Ben “nasıl bari deprem mahalline ulaşmakta hiç güçlük çekmediniz mi” diye soracak oldum. SGÖ’lüler kahkahalarla “ne güçlüğü, biz o parayı TİP’in Dördüncü Kongresi için harcadık” dediler.
Beynimden vurulmuşa döndüm. Toplanan bağış paralarının önemli bir bölümünün yerine ulaşmadığı yaygın bir kanaat idi. Biz İTÖF olarak bağışın çarçur olmaması için özverili gençler eliyle doğrudan depremzedelere ulaşmasının uygun olacağını düşünmüştük. Türkiye’nin saygın bir sosyalist partisinin gençlik örgütü oldukları için parayı hiç tanımadığımız halde onlara göndermiştik. SGÖ’lü arkadaşlar ise parayı TİP kongresinin hazırlıkları için harcadıklarını rahatlıkla söylüyorlardı.
O parayı İngiltere’deki Türkiyeli öğrencilerden, ayrıca The Guardian ve Morning Star gazetesindeki duyurularımızdan okuyup İTÖF’ün banka hesabına yollayan İngilizlerden toplamıştık. Böyle duyarsız, sallapati bir yaklaşım, “amaç her türlü aracı meşru kılar” şeklindeki Makyavelci anlayışın dikâlâsı olduğu gibi zimmete para geçirme suçuydu da. Ama arkadaşlar fütursuzca “biz parayı partimizin kongresi için harcadık” diyebiliyorlardı.
Neyse, geçmişe ne derler bilmem ama, yenmişe kuzu derler, yapacak bir şey yoktu.
Londra’da İTÖF yönetimi olarak sık sık seminerler, konferanslar, açık oturumlar düzenliyorduk. Değişik çevrelerden çoğu solcu öğrencilerin yanı sıra, lokanta ve tekstil alanında çalışan işçi arkadaşlardan da katılımlar oluyordu. Tartışmalar saygılı, kırıcı olmayan üslûplar içinde geçiyordu. Henüz dar grup çatışmaları İngiltere’ye sıçramamıştı.
Yine aynı yılın sonunda SGÖ’nün başkanı Nihat Akseymen eşi Merih ile bu kez temelli olarak Londra’ya geldi ve toplantılarımıza katılmaya başladı.
Ben Siyasal Bilgiler Fakültesinde 1964-65 ders yılında son sınıftayken, Nihat galiba aynı yıl SBF’ye başlamış. Ama ben onu SBF’deyken tanımıyordum. Üstelik bu deprem parası işi epeyce canımı sıkmıştı. Bir süre ona biraz soğuk davrandım. Nihat toplantılarımıza katıldı. Bana ve İTÖF üyesi arkadaşlara büyük yakınlık gösterdi. Değişik sol görüşleri savunan öğrencilerle esnek, yumuşak, dostça ilişkiler kurmaya başladı. Toplantılarda birleştirici görüşleriyle olumlu katkılarda bulundu.
SELMA ASHWORTH’U NİYE GÖZÜM TUTMAMIŞTI?
Peki bu Selma Abla’yı niye gözüm tutmamıştı?
Sanıyorum Kardaş dergisinin “Lenin 100 yaşında” başlıklı özel bir sayısı çıkmıştı. Nisan 1970 olmalı. Londra’daki ev adresime bu dergi tuhaf bir şekilde ulaştı.
Derginin bandajının üzerine el yazısıyla ad ve soyadımın yanına Türkiye Büyükelçiliği Öğrenci Müfettişliği eliyle diye elçiliğin adresi yazılmış, sonra adresin üzeri çizilip herhalde başka bir kalemle benim ev adresim eklenmişti. Adres bandajı yırtılıp yeniden yapıştırılmıştı. Besbelli ki Kardaş dergisi yetkilisi, muhtemelen Selma Ashworth bandajın üzerine benim ad ve soyadımı yazıp Londra’daki öğrenci müfettişliğine yollamış, müfettişlik de üzerini çizip dergileri benim adresime göndermişti.
Daha sonra öyle anlaşılıyor ki Selma Ashworth, Hukuk Fakültesi mezunu, Adalet Bakanlığı bursuyla Keele Üniversitesinde Çocuk Suçluluğu ve Çocuk Mahkemeleri üzerine doktora yapan Bozkurt Süral ile ilişki kurmuştu. Çünkü Kardaş’ın galiba son sayısında B. Süral imzasıyla “Avrupa, Çin, Ortadoğu” başlıklı bir yazı çıkmıştı.
Aynı yıl içinde SBF’den sınıf arkadaşım Nihat Erdoğan ile Bozkurt Süral, Selma Ashworth ile birlikte Almanya’ya bir ATTF toplantısına gittiler. Nihat Erdoğan benim de Bozkurt Süral ve Selma Ashworth ile birlikte Almanya’daki ATTF toplantısına gitmemi istedi. Ben onlara katılmadım. Nihat Erdoğan ile Bozkurt Süral, Selma Ashworth ile birlikte Almanya’ya gittiler. Nihat Erdoğan doktorasını tamamladıktan sonra 9 Eylül Üniversitesinde saygıdeğer bir sosyolog oldu. Onu sevgiyle anıyorum. Selma Ashworth bu geziden sonra Nihat Erdoğan üzerinde de olumlu bir izlenim bırakmamıştı.
Ayrıca altta anlatacağım nedenlerle Selma Ashworth’un davranışlarını provokatif bulduğum için de ben bu toplantıya gitmedim.
KARDAŞ DERGİSİ BÜYÜKELÇİLİK KANALIYLA ADRESİME YOLLANMIŞ
Çünkü olacak iş değildi! Öğrenci müfettişi Kâmil Günel, Türkiyeli öğrencilere “İTÖF’den, İTÖF’ün başı solcu Cavlı Çulfaz’dan uzak durun” diye öğütler verirken, ilk kez gördüğüm Nisan 1970 tarihli KARDAŞ dergisi bana büyükelçiliğe bağlı öğrenci müfettişliği eliyle postalanmıştı.
Şimdi dergi elimde yok, ama iyi hatırlıyorum, birinci sayfa boydan boya “Lenin 100 yaşında” başlığıyla çıkmıştı. Kapaktaki yazı kısaca Lenin’in yaşamını anlattıktan sonra yanılmıyorsam “yaşasın Lenin, yaşasın Marksizm-Leninizm, yaşasın proletarya enternasyonalizmi” diye bitiyordu.
Bunun öncesi de var. Ya 1969 yılıydı ya da yine 1970. Saygın bir Ceza Hukuku Profesörü olan Çetin Özek Londra’ya gelmiş, o zamanlar Türkiye Büyükelçiliğine bağlı olan Halkevinde bir konuşma yapıyordu. Birkaç arkadaşla birlikte ben de Özek’in konuşmasını dinlemeye gitmiştim. Orada adının sonradan Selma Ashworth olduğunu öğrendiğim bir kadın Özek’in konuşması sırasında araya girip birkaç dakikalık pek hoş olmayan provokatif bir müdahalede bulunmuştu.
PEKİ KİMDİ SELMA ASHWORTH?
Peki nasıl birisiydi bu Selma Ashworth? Deniyordu ki, Zeki Baştımar liderliğindeki TKP’nin Londra temsilcisi imiş. Amatörce bir şekilde basılmış KARDAŞ dergisini çıkarıyordu. Öyle anlaşılıyor ki, TKP’yi duyurmak için bu dergiyi büyük bir heves ve coşkuyla değişik adreslere postalıyordu.
Bu arada yanılmıyorsam Ashworth’un Doğan Özgüden’in çıkardığı ANT dergisinde bir yazısı çıkmıştı. Ayrıca The Times gazetesinde Şadi Alkılıç’ın mahkûmiyetini Mugaffer Erdoğan ile birlikte protesto eden bir mektubu da yayımlanmıştı. Mugaffer Erdoğan Kardaş dergisinde derginin Batı Berlin temsilcisi diye tanıtılıyordu.
Derginin idare yeri olarak, ‘Briar Gap’, Looseberry Road, Claygate, Surrey adresi gösteriliyordu. Sanırım burası Selma Ashworth’un eviydi. Bir kez Nihat ile eşi Merih de beni oraya götürmüşlerdi.
ŞADİ ALKILIÇ DÂVASI VE SELMA ASHWORTH
Peki Şadi Alkılıç kimdi? Alkılıç hakkında 1963 yılında Cumhuriyet gazetesinin “Sosyalizm mi, Liberalizm mi?” konulu Yunus Nadi makale yarışmasında yazdığı “Türkiye’nin tek kurtuluş yolu sosyalizmdir” başlıklı yazı nedeniyle soruşturma başlatılmıştı. Alkılıç komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanarak yargılanmış, 6 yıl 3 ay hapis cezasına mahkûm edilmişti.
Dâvaya atanan bilirkişiler suçun varlığı ya da yokluğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşler, dâva dosyası alt mahkeme ile Yargıtay arasında altı yıl gidip gelmiş, Şadi Alkılıç adı basında geniş yer tutmuştu. Amnesty International (Uluslararası Af Örgütü), Şadi Alkılıç’ı Yılın Düşünce Suçlusu ilân etmiş, İtalya Cumhurbaşkanı Giuseppe Saragat ile ünlü İngiliz filozof Bertrand Russell, Türk yetkililere Alkılıç’ın makalesinde komünizm propagandası olmadığına ilişkin dayanışma mektupları yazmışlardı.
Alkılıç yıllar önce 1938 Harbokulu dâvasında Nâzım Hikmet’in yanı sıra şair A. Kadir (Abdülkadir Meriçboyu) ile birlikte yargılanmıştı. Nâzım Hikmet’in üvey oğlu tanınmış eleştirmen Memet Fuat’ın çıkardığı Yeni Dergi’de “Duruşması Altı Yıl Süren Şadi Alkılıç Dâvası” diye 1969 yılında çok uzun bir yazı yayımlanmıştı.
Öyle anlaşılıyor ki, Şadi Alkılıç ya uzun süredir TKP’li, ya da TKP sempatizanı, yazarlar arasında “Şadi Baba” diye bilinen saygın birisiydi. Sanırım Şadi Alkılıç ile dayanışma mesajlarının İngiltere’de sağlanmasında Selma Ashworth’un önemli bir payı olmuştur.
YAŞAR KEMAL’İN ALKILIÇ İLE İLGİLİ YAZISI
Dünyaca tanınmış romancımız Yaşar Kemal, Ant dergisinin 24 Haziran 1969 tarihli
“Böyle Demokrasi Olmaz” başlıklı yazısında Şadi Alkılıç dâvasıyla ilgili şöyle diyordu:
“Şadi Alkılıç rezaletinin vukubulduğu bir memlekette ağzımızla kuş tutsak da demokrasi yaşamaz. O, demokrasi değil, bir uydurmadır. Şadi Alkılıç’ı mahkûm eden 142’nin yaşadığı bir sözümona demokrasi, demokrasi değildir. Bundan da vazgeçtik, sayın İsmet Paşa’nın kabinesinin Adalet Bakanı meclis kürsüsüne çıkıyor, Şadi Alkılıç’ı bağımsız mahkemelerden önce meclis kürsüsünde mahkûm ediyor. Sayın Başbakan, demokrasimizin babası İnönü çıkıyor, aynı suçu işlemiş gazetenin yazı işleri müdürü için ‘yazık oldu Kayhan Sağlamer’e’ diyor ve Kayhan Sağlamer beraat ettiriliyor. Şadi Alkılıç ise mahkûm oluyor. Bize sorarsanız tarih boyunca Türk adaletinin en rezil mahkûmiyeti budur. Böyle bir mahkûmiyetin verildiği çağda yaşadığımızdan dolayı gelecek kuşaklardan, kendimizden, insanlıktan utanç duymalıyız. Ve Şadi Alkılıç mahpuslarda çürüyor. Hem de hasta, hem de bakımsız.Demokrasi adına katillik. Amanın demokrasi gidiyor. Amanın haa. Hay demokrasinizle bin yaşayasınız. Ya Şadi Alkılıç rezaletinden dolayı utancından yerin dibine geçen aydın, işçi, memur, subay, öğretmen, öğrenci vatandaş vicdanları?”
MAY YAYINLARI VE MAHMUT BAKSI’NIN ALKILIÇ DÂVASI KİTABI
Bu arada yine dayanışma kapsamında 1968 yılında Türkiye İşçi Partisi Batman ilçe başkanı ve DİSK’de aktif sendikacılık yapan Mahmut Baksı’nın May Yayınları arasında Şadi Alkılıç Dâvası başlıklı bir kitabı yayımlanmıştı.
Mahmut Baksı, Kürt devrimci hareketinin önderlerinden olup Alkılıç ile ilgili kitabı yasaklanmış, 12 Mart 1971 darbesinden sonra 15 yıl hapis cezasına çarptırıldıktan sonra İsveç’e yerleşmişti. İsveç’de Türkçe, Kürtçe ve İsveççe 22 kitabı yayımlanmıştı. 2000 yılı sonunda 56 yaşındayken Stockholm’de yaşamını yitirmiş, 4 Ocak 2001 günü vasiyeti üzerine kitlesel bir cenaze töreniyle Diyarbakır’da toprağa verilmişti.
Yayınevinin sahibi Mehmet Ali Yalçın 1960 ve 1970’li yılların Cağaloğlunda iz bırakan, tanınmış yayıncılarından biri olup TKP yöneticisi Halil Yalçınkaya’nın oğluydu.
Bütün bunları niye böyle ayrıntılı olarak anlatıyorum? Öyle anlaşılıyor ki, Alkılıç’ın haksız yere mahkûmiyetine karşı TKP etkili bir kampanya açmıştı ve Avrupa’daki dayanışma kampanyasında TKP’nin ve Selma Ashworth’un önemli bir katkısı vardı.
Bu konuya önümüzdeki yazıda yine devam edeceğim.
11 Ağustos 2020
Facebook’ta yazı üstüne yapılan yorumlar;
Mehmet Salmanoğlu
Mehmet Salmanoğlu; Cavlı culfaz yoldaşın:Yazdığı bu tarihsel yazı, bir anlamda 1960 -70 yılları arası TiP-TKP ilişkisi ve yaşananların bir güzel,belgelere ve güçlü hafızasına dayalı, bu kronoloji ile benim yaşadıklarımı ,okuduklarımı ve duyumlarımı detaylı ve arada bilmediklerimi yazarak;verimli ve önemli bir bilgi aktarımı yapmış. Kendisine teşekkür ediyorum.
Hasan Iyi
Hasan Iyi Selma ah şu Selma, biz politik yöresel olarak bazı insanların köprü olduğuna inanırız…görevi iki uç arasında köprü olma işi… Selma yanlışları ile doğruları ile bu konuda o dönemin en iyi köprüsü, ki A.Meriç devreye girinceye dek süren bir görev… …Daha Fazlasını Gör
Vahit Azazi
Vahit Azazi Cavlı Çulfaz in bundan sonra verecegi bilgiler ve yapabilecegi yorum ve degerlendirmeler çok daha önemlidir. Bekleyip görecegiz..