Yaşam rastlantılarla yol alıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1942 yılında bir rastlantı eseri Adana’da doğmuşum. Dünya savaşı ile rastlantının ne ilintisi var? Var, çünkü bu ilintinin gerçek anlamını ancak yıllar sonra kavrayabildim.
Sınırlarımızın yakınında 26 milyonu Sovyet, 6 milyonu Polonyalı; toplam 55 milyon insan yaşamını yitirmiş, milyonlarca insan sakat kalmıştı. O yıkım yıllarında, ülkemiz savaşa girseydi, benim kuşağımın babalarının çoğu cephelerde telef olacaktı. Muhalefet lideri İsmet İnönü’ye “sen bizi aç bırakıp süpürge tohumu yedirdin” diye saldıran Demokrat Partililere karşı, İnönü’nün “sizi belki aç bıraktım, ama öksüz bırakmadım” sözü hiç aklımdan çıkmamıştır.
Türkiye savaşa girseydi, belki bizde de Polonya gibi 6 milyon insan ölebilirdi. Babaları savaşta ölen benim kuşağımın beşte biri dünyaya gelmeyebilirdi. Demek ki, babam varsa, dünyaya geldiysem, bunu biraz da böyle bir rastlantıya borçluyum.
Kaderin hızı, yazgının temposu diyor Dostoyevski. Bir erkek spermi ile bir kadın yumurtasının birleşmesinden dünyaya geliyoruz. Anamızı, babamızı, ülkemizi biz seçmiyoruz.
İnsanlar, tarihlerini kendileri yaparlar; ama bunu, kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, geçmişten miras aldıkları koşullar içinde yaparlar. Ben de kendi yazgımı geçmişten ve çevreden miras aldığım koşullarda, rastlantıların da etkisiyle kendim belirlemeye çalışıyordum.
Kars’da ortaokula başlarken yabancı dil olarak İngilizceyi seçmek istemiştim. Nerdeyse herkes İngilizceyi yeğlediği, ama Almanca ve Fransızca öğretmenlerine de öğrenci gerektiği için kur’a çekilmiş ve kur’ada bana Almanca düşmüştü. Ortaokul, lise ve üniversite yaşamım boyunca zorunlu olarak Almanca okudum.
Kamu yönetimi alanında yurt dışı doktora sınavını birincilikle kazanmıştım. İlk tercih olarak Almanca okuduğumdan Viyana’ya gitmek istiyordum. Oysa Millî Eğitim Bakanlığı doktora için sadece ABD, İngiltere ve Fransa’ya öğrenci gönderiyordu. Avusturya olmayınca mecburen yine bir tesadüf eseri İngiltere’yi seçtim.
YABANCI DİL NASIL ÖĞRENİLİR?
Yıl 1966. Progressive English Group adlı dil okulunda hiç bilmediğim İngilizceyi öğrenmeye başladım. Okulda Mülkiyeden sınıf arkadaşım Nihat Erdoğan ile birlikte İrlandalı Johnny Bryne ve İskoç John Scott’tan İngilizce dersleri almaya başladık. Johnny Bryne daha sonra İngiltere’de tanınmış bir senaryo yazarı oldu.
Bir yıl içinde dil okulunun müdürü James Shorrocks’dan Eckersley İngilizce ödülünü aldım. Ünlü Beatles’ların her gün gelip geçtikleri sokağın ve provalarını icra ettikleri stüdyonun ise oturduğum Abbey Road’da olduğunu ancak yıllar sonra öğrenecektim.
Dil okulunda Ernest Hemingway’in dilimize İhtiyar Balıkçı diye çevrilen The Old Man and the Sea adlı kitabını okutuyorlardı. Kitabın girişinde balıkçı teknesinin krokisi ve krokide teknenin dört bir yanını oklarla göstererek anlatan iki yüze yakın terim vardı. Cıvadra sakalı, gabra çubuğu, kontra baston, pruva ana direği, pruva çanaklığı gibi. Ben Türkçede bir gemiyle ilgili 15-20 sözcükten fazlasını bilmiyordum ki, bana hepten yabancı olan İngilizce gemicilik terimlerini nasıl öğrenecektim? Benimle tekne ya da gemi arasında organik bir bağlantı yoktu ki, öğrenmeye kalkışsam bu nafile bir çaba olmaktan öteye gidemeyecek, bir süre sonra da öğrenmiş gözüktüğüm terimleri mutlaka unutacaktım. Dil okulunun öğretmeni John Scott’a balıkçı teknesinin eklentileriyle canlı bir bağım olmadığına ilişkin meramımı ve kaygımı anlatmaya çalıştım.
Dedim ki: Size başımdan geçen bir olayı yazılı olarak İngilizce anlatabilirim. Siyaset konusunda, özellikle Türkiye’de siyasal partiler ve siyasal yaşam konusunda kısa yazılar yazabilirim. Ya da sevdiğim ve bildiğim bir konu olan futbolla ilgili bir şeyler karalayabilirim. Çünkü bunlarla canlı, organik bağlarım var. Bu konularda henüz bilmediğim sözcükleri kolaylıkla öğrenebilirim. Ama bir gemi ya da balıkçı teknesinin müştemilâtı bana tamamen yabancı olduğu için böyle bir konuyu severek öğrenemem. İlk ağızda yarım yamalak öğrensem de sonra mutlaka unuturum. Balıkçı teknesinin eklentileri gibi mutfak eşyası, tencere, tava çeşitlerinin tümünü öğrenmeye çalışmak da gereksiz zaman savurganlığından başka bir şey olmaz. Gerekli olanları ise elbette zamanın akışı içinde öğrenirim.
John Scott anlayışlı davrandı, benim siyaset ve futbol konusunda kompozisyonlar yazabileceğimi kabul etti. Böylece Hemingway’in balıkçı teknesinin müştemilâtını öğrenme işkencesinden kurtuldum.
SARIMSAĞI NASIL DÖVERSİNİZ?
Yabancı dil konusunda başımdan geçen gülünç bir olayı anlatmadan geçemem. Londra’ya geldiğimde okul idaresi aracılığıyla bir İngiliz ailenin yanına yerleştirilmiştim. Hiç alışamadığım İngiliz yemekleri nedeniyle sofradan çoğu kez yarı aç kalkıyordum. O sırada Londra’ya yeni gelen Mülkiyeden sınıf arkadaşlarım Yüksel Suveren ve Gürhan Sayınsoy ile ortak bir daire kiralamayı diye düşündük ve Abbey Road’da iki odalı bir yere taşındık.
Aramızdaki işbölümüne göre evin dışişleri, alışveriş, elektrik-havagazı faturalarını ödeme görevi benim, yemek yapma işi Gürhan’ın, bulaşıkları yıkama işi ise Yüksel’in üzerindeydi.
Gürhan “çılbır çılbır” diye tutturmuş, “çılbır yemeyi çok özledim” diye kıvranıyordu. Çılbır yapmak için sarımsakları dövebileceğimiz bir havan alma işi bana düşmüştü. Mutfak araç ve gereçleri satan bir züccaciye dükkânına girdim. Langenscheidt İngilizce-Türkçe cep sözlüğünden “havan” karşılığı olarak “mortar” sözcüğünü bulmuştum. Dükkân sahibine “sizde mortar var mı” diye sordum. Adam önce hiçbir şey anlamadı. Sarımsağı havanda nasıl dövdüğümüzü el işaretlerimi de katarak anlatmaya çalıştım. Hani sarımsak var: Garlic. Sarımsağı “hit” edersiniz, yani döversiniz. Nerede, havanın içinde.
Adam şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu. “Yazıktır Sir, bizde sarımsak dövülmez” dedi ve kahkahalarla gülmeye başladı. “Anladım, siz mortar (havan topu) değil, sarımsak sıkacağı (garlic squeezer) istiyorsunuz” dedi. Raflardan bir sarımsak sıkacağı alıp elime tutuşturdu ve kahkahalar eşliğinde beni kapıya kadar uğurlarken “gördüğünüz gibi burası bir silâh fabrikası değil, bir züccaciye dükkânı” demeyi de ihmal etmedi.
Böylelikle yeni geldiğim bu ülkede zaten o zaman çok az bilinen sarımsağın havanda dövülerek değil, avuç içinde tutulan basit bir âletin içinde sıkıştırılarak ezildiğini beni son derece mahcup eden bu mizahî olayla hemen o gün pratik içinde öğrenmiş oldum ve bir daha da unutmadım.
İlk aylarda yine gazetecilik damarım kabarmıştı. Doğan Özgüden ile Doğan Koloğlu’nun yönetimindeki Akşam gazetesinin Düşünceye Saygı köşesinde çıkacak şekilde mektupla yazılar göndermeye başladım. İlk yazım Türkiye’den tarihî eserlerin dışarıya kaçırılmasında başta İncirlik olmak üzere Amerikan üslerinin nasıl kullanıldığını anlatan bir kitapla ilgiliydi. İkinci yazım İngiltere’de 1924 yılında seçimlerden dört gün önce İngiliz gizli servisinin Komünist Enternasyonal’in başındaki Zinoviev adına sahte bir mektup uydurup seçmenleri bu sahte mektup üzerinden İşçi Partisine karşı kışkırtması üzerineydi.
https://en.wikipedia.org/wiki/Zinoviev_letter
Bu arada Doğan Koloğlu bana bir mektup yazıp Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in Londra temaslarını izleyip izleyemeyeceğimi sordu. Ayrıca gazetenin Londra temsilcisi olmamı önerdi. O sırada Akşam, Türkiye’nin ikinci en yüksek sürümlü gazetesiydi.
Oysa doktora yapmak için Londra’ya gelmiştim. Yine gazeteciliğin çekici yanına kapılırsam akademik çalışmamım tökezleyeceğini gördüğüm için bu öneriyi istemeye istemeye geri çevirdim.
DÜNYA KUPASINDA ABİDİN DİNO İLE RASTLAŞIYORUM
Londra’ya geldikten üç ay sonra Dünya Kupası başladı. Öğrenci aylığımın yarısıyla Wembley’deki dünya kupasının ilk dört maçına; İngiltere’nin Meksika, Uruguay, Fransa ve Arjantin ile oynadığı maçlara bilet aldım.
Bir maçtan sonra Wembley’den çıkıp metroya doğru yürürken Fenerbahçe kaptanı Şeref Has ile Galatasaray kaptanı Turgay Şeren’e ve onlarla konuşan birisine rastladım. Meğer o üçüncü kişi 1966 dünya kupası filminin rejisörü olan ünlü ressam TKP’li Abidin Dino imiş. Spor yazarlığından tanışıklığım olan Turgay ile Şeref’e merhaba deyip ayak üstü birkaç dakika sohbet ettim. Türkiye dünya kupası finallerine katılamıyordu ama futbol federasyonu iki ünlü takım kaptanını finalleri seyretmeleri için Londra’ya yollamıştı.
Abidin Dino’yu ise sekiz yıl sonra Nail Vahdeti Çakırhan ve Harun Karadeniz ile birlikte South Kensington’daki evimde misafir edecektim.
https://odatv4.com/vid_video.php?id=8F8C4
Dil okulunda bir yıl okuduktan sonra 1967 yılında siyaset bilimi (Government and Politics) dalında yüksek lisans öğrenimi görmek üzere Londra İktisat ve Siyasal Bilgiler (LSE) Fakültesine kabul edildim.
1968: DEVRİMCİ HAREKETİN YÜKSELDİĞİ YIL
Şimdi tanınmış bir romancı olan Will Self’in babası Profesör Peter Self’in (1919-1999) rehberliğinde parlamenter rejim, başkanlık sistemi, devletin merkezi yönetim mekanizması, yerel yönetim, idarî teori ve hukuk konusunda Attlee hükümetinin başdanışmanı olan Profesör William Robson (1895-1980) ile idare hukukçusu John Griffiths, siyaset bilimci George W. Jones ve David Regan’dan dersler aldım. Ayrıca daha sonra Labour Party lideri olan Ed Miliband’ın babası Ralph Miliband’ın (1924-1994) verdiği siyaset sosyolojisi ve Marksizm derslerini izledim.
Yıl sonunda başlıca üç konudan sınava girip bir de tez yazdım. 110 sayfalık tezimin konusu Siyasal ve Yönetsel Açıdan Sovyet Merkezî Planlama Aygıtı (Gosplan) idi. 1968 yılı eylül ayında LSE’den siyaset bilimi uzmanı olarak yüksek lisans (master) derecesini aldım ve doktora hazırlıklarına başladım.
1968 yılında bütün Avrupa’da ABD’nin Vietnam’a barbarca saldırısı yığınsal olarak protesto ediliyordu. Vietnam ile dayanışma kapsamında okuduğum fakülte öğrenciler tarafından günlerce işgal edildi. Gösterilerde yaralananlar okul içinde tedavi edildi. İdarenin gösterileri engellemek için okul içine yerleştirdiği çelik kapılar kırıldı. LSE içindeki bu eylemlere Mülkiyeden de sınıf arkadaşım olan Halit Hergin ile birlikte katıldım. 1968 yılı her yerde olduğu gibi Londra’da da devrimci hareketin yükseldiği olağanüstü coşkulu bir yıl oldu.
27 Temmuz 2020
Cavlı Çulfaz