Genç kuşakların o dönemin, 1958-1961 yılları arasının havasını biraz koklayabilmeleri için bu satırları yazıyorum.
Bir yandan Rüzgârlı Sokak’taki gazetecilik serüvenimi coşkuyla, şevkle, Marat (Bilen) yoldaşın deyimiyle ardıcıl olarak sürdürüyordum. Bir yandan da Bayar-Menderes rejiminin zorbalıklarını basının içinden yaşıyordum.
Ücret almadan çalıştığım Ankara Telgraf gazetesinin sahibi Fethi Giray tutuklanıp Hilton denilen koğuşa atıldı. Fethi Giray, devlet tiyatrosu sanatçısı Suat Taşer ile birlikte Sulhe Selam şiirini yazmış, toplumcu gerçekçi şairlerdendi. Yalın bir şiir diliyle İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan acıları, barış özlemini, insan ve yurt sevgisini ve çekilen acıları dile getiren şiirler yazıyordu.
Fethi Giray, TKP’li olduğunu yıllar sonra öğrendiğim Acılı Kuşak kitabının yazarı Mehmet Kemal Kurşunluoğlu’nun, şair Ömer Faruk Toprak ile Şükran Kurdakul’un yakın arkadaşıydı. 1951 TKP tevkifatında Mehmet Kemal Kurşunluoğlu ile birlikte tutuklanan şair Enver Gökçe anılarında, Fethi Giray’ın kendisini Ankara Telgraf’ın tashih (düzeltme) servisine aldığını yazıyor. Herhalde benim zamanıma denk düşmedi, onunla hiç rastlaşmadım. 1962 yılından sonra olmalı.
Fethi Giray (1918-1970)
Mustafa Kemal’e Hitabımdır başlıklı kısa şiiriyle ünlüdür:
Ankara’nın taşına bakma,
Gözlerimin yaşına bak.
Kaldır da başını bir sabah vakti,
Etnografya Müzesinden,
Memleketin haline bak…
Şinasi Nahit Berker, İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker ile birlikte Rüzgârlı Sokak’ın en ünlü gazetecilerinden biridir. Sık sık Ankara Telgraf gazetesine gelir, elini kaldırıp sert bir sesle “Dur yolcu!” diye seslenirdi karşısındakine. Ardından “bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı” dizesinin geleceğini sanırdınız. Sonra yumuşacık bir sesle avcunu açıp “Abi, n’olur iki buçuk lira versene!” derdi.
Demokrat Parti döneminde yazdığı son derece etkili birkaç satırlık hicivlerinden ötürü yirmi dokuz ay cezaevinde yatmıştı ve çok çektiği her halinden belliydi. Hapishane yıllarının etkisi, Demokrat Parti yönetiminin baskısı altında artık yazamaz olma ve kimbilir belki de başka nedenlerle kendini alkole vermis, bu yüzden de ön dişleri unufak olmuştu.
Müthiş nüktedan birisiydi. Onunlu ilgili şu fıkra basına yansımıştır:
“1960’lı yıllarda Kuğulupark’ın bulunduğu alanda Şinasi Nahit Berker, sahipsiz bir koyun sürüsü görür. Ağaçtan kopardığı bir dal parçasıyla koyunları Kuğulupark’ın yanındaki Fransız Büyükelçiliğinin bahçe duvarından atlatır. Koyunlar büyükelçiliğin bahçesinde otlarken, sefire hanım balkona çıkar ve Fransızca ‘Çıkın buradan’ diye bağırır. Fransızca bilen Şinasi Nahit Berker ‘İyi ama koyunlar Fransızca bilmiyorlar ki’ karşılığını verir. Kendi dilinde yanıt almaktan şaşkına dönen sefire hanım ‘Ola la, bu ülkenin çobanları bile Fransızca biliyor’ der.”
Şinasi Nahit Berker (1920-2001)
Şinasi Nahit Berker, “en kısa yazıp en uzun düşündüren” fıkra yazarı olarak bilinir. Doğan Nadi, Bedii Faik ve Çetin Altan ile birlikte gazetelerin birinci sayfasında çıkan kısa politik fıkra ve hicivlerin büyük ustasıydı.
DARBE GELİYORUM DİYOR
Ankara’da Kurtuluş Lisesinde öğrenciydim.
Sabah saat 8’den öğleyin saat 13’e kadar derslere giriyor, öğleden sonra ise dosdoğru Rüzgârlı Sokak’ın yolunu tutuyordum.
Geçen yazımda da belirttiğim gibi, 1958 yılının ikinci yarısında CHP’li eski bakan Cemil Sait Barlas’ın çıkardığı Son Havadis gazetesinde yazmaya başladım. 1959 yılı boyunca ve 1960’ın ilk yarısında şair Fethi Giray’ın sahibi, Şevket Süreyya Aydemir’in başyazarı olduğu Ankara Telgraf gazetesinde her gün spor yazıları kaleme aldım. Ayrıca tam 60 hafta gazetenin Sanat ve Edebiyat Sayfası’nı hazırladım.
O günleri kısaca hatırlayalım:
“Siz isterseniz hilâfeti bile getirebilirsiniz” diyordu zamanın Başbakanı Adnan Menderes… “Odunu bile aday göstersem seçilir” diye böbürleniyor, profesörleri “Kara Cübbeliler” diye aşağılıyordu.
75 yaşındaki muhalefet lideri İsmet İnönü Uşak’tan Manisa’ya geçerken başına atılan taşla yaralanıyor, treni Himmetdede İstasyonu’nda durdurulup Kayseri’ye girmesi önlenmek isteniyordu.
Hükümet toplumu “bizden olanlar ve olmayanlar” diye ikiye ayırmış, muhalefete karşı “Vatan Cephesi” kurulmuştu. Devlet radyosundan sabah-akşam Vatan Cephesi’ne katılanların adları okunuyordu.
Sandıklar kapanmadan radyodan seçim sonuçları ilan ediliyordu.
Doların değeri 2.80 TL’den 9 TL’ye çıkmış, Türk parasının değeri bir gecede üç kat düşmüştü.
Kâğıt tekelini elinde bulunduran devlet, muhalif gazetelere kâğıt vermiyordu. Resmi ilanlarla hükümet yandaşı besleme bir basın yaratılmıştı.
Cezaevleri gazetecilerle doluydu.
Gazetelerin bazı sayfaları bembeyaz, sütunları bomboş çıkıyordu.
BARDAĞI TAŞIRAN SON DAMLA
27 Nisan 1960 günü Demokrat Parti hükümeti bir Tahkikat Komisyonu kurdu. Olağanüstü yetkilerle donatılan bu komisyon, ana muhalefet partisi CHP’yi kapatmak üzere harekete geçti. Hükümeti eleştirdiği için İnönü’ye 12 oturum meclise girmeme cezası verildi.
Bunun üzerine 28 Nisan günü İstanbul Üniversitesi öğrencileri hükümetin bu anti-demokratik girişimini protesto ettiler. Polis üniversiteyi bastı. Ak saçlı rektör Sıddık Sami Onar yerlerde sürüklendi, kanlar içinde kaldı. Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz öldürüldü. Gazetelere yayın yasağı getirildi.
Turan Emeksiz’in öldürülmesinden sonra Nâzım Hikmet Beyazıt Meydanı’ndaki Ölü şiirini yazmıştı.
Bir ölü yatıyor
on dokuz yaşında bir delikanlı
gündüzleri güneşte
geceleri yıldızların altında
İstanbul`da, Beyazıt Meydanı`nda.
Bir ölü yatıyor
ders kitabı bir elinde
bir elinde başlamadan biten rüyası
bin dokuz yüz altmış yılı Nisanında
İstanbul`da, Beyazıt Meydanı`nda.
Bir ölü yatıyor
vurdular
kurşun yarası
kızıl karanfil gibi açmış alnında
İstanbul`da, Beyazıt Meydanı`nda.
Bir ölü yatacak
toprağa şıp şıp damlayacak kanı
silâhlı milletim hürriyet türküleriyle gelip
zaptedene kadar
büyük meydanı.
Ertesi gün, 29 Nisan sabahı ana-baba günüydü Ankara’da Cebeci ile Kurtuluş arası…
Sınıflara kapatmışlardı bütün gün bizleri… Okulun bahçesine bile çıkamıyorduk. Kurtuluş Lisesi’nin bahçesini yüzlerce atlı polis doldurmuştu.
Dışardan, biraz ötelerden kurşun sesleri geliyordu. Nereden geliyordu bu sesler? Öğleden sonra öğrenebilecektik ancak… Sıkıyönetim Komutanı Namık Argüç’ün emrindeki polisler Mülkiye’nin duvarlarını delik deşik etmişlerdi kurşunlarla…
Saatlerce kapatıldığımız sınıfta bir ara iki arkadaş başladık Plevne Marşı’nı ıslıkla söylemeye: “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu? Kahrolası diktatörler, bu vatan size kalır mı?”
Ardından nerdeyse bütün 5 Edebiyat B sınıfı başladı “Menderes istifa, İsmet Paşa çok yaşa!” diye haykırmaya…
Okul müdürü ile başmuavin hışımla sınıftan içeri dalıp susturmaya çalıştılar bizi… Edebiyat öğretmenim Vildan Gürevin ile müzik öğretmeni Nermin Hanım geldiler yanıma… Vildan Hanım “Merak etmeyin, bizim vücudumuzu çiğnemeden kimse sizin kılınıza dokunamaz” diye yüreklendirdi bizi.
555 K
Bir ay boyunca her gün Kızılay’a çıkıyorduk. Bir seferinde “beşinci ayın beşinci günü akşam saat beşte, Ankara Kızılay’da” 555K parolasıyla toplanmıştık binlerce kişi. “Tuna Nehri akmam diyor” diye başlayan Plevne Marşı’nı önce yavaş yavaş ıslıkla çalıyor, sonra güncel duruma uyarlanmış sözleriyle hep bir ağızdan söylüyorduk: “Olur mu böyle olur mu? / Kardeş kardeşi vurur mu? / Kahrolası diktatörler / Bu vatan size kalır mı?”
https://www.youtube.com/watch?v=pm4zlH6vZHI
Akşam üzeri Celâl Bayar ile Adnan Menderes Meclis’ten dönerken tepkiler, yuh sesleri arasında Kızılay’dan geçiyorlardı. “Menderes istifa” sloganını duyunca başbakanın kendini kaybedip öğrencilerin üzerine yürüyerek ağız dalaşına girdiği belirtildi. Kravatının yamulduğu, bir aracı yumrukladığı ifade edildi. Başbakan daha sonra Hürriyet gazetesi Ankara Temsilcisi Emin Karakuş’un arabasına bindirilip meydandan uzaklaştırıldı.
Emin Karakuş anılarında Menderes’in öğrencilere küfürler yağdırdığını, arabanın tavanını yumrukladığını anlatıyor. Orada tam ne olduğu bilinmiyor. Menderes Yassıada duruşmalarında herhangi bir hırpalama durumunun olmadığını, daha ziyade kendisini korumak için alandan uzaklaştırmak isteyen polislerle mücadele ettiğini belirtti. Protestocular arasında Menderes’in 20-25 metre kadar uzağında ben de vardım. Sadece yuh seslerini duydum. Kalabalıkta tam neler olduğunu göremedim.
Mülkiyeli şair Cemal Süreya 5 Mayıs 1960 günü 555K gösterisiyle ilgili aşağıdaki şiiri yazdı. Arkadaşı Sezai Karakoç’un naklettiğine göre, 27 Mayıs darbesinden önce yazılan şiir, öğrenciler arasında elden ele dolaştı, sonra Ağustos 1960 tarihli Papirüs dergisinde yayımlandı. Ama Cemal Süreya şiiri kitabına almadı.
şimdi bursada ipek çeken kızlar
bir karasevda halinde söylemektedir:
görmeğe alıştığımız nice yazlar
kimleri alıp götürdüler ama kimleri
karanfil bıyıklı genç teğmenleri
ak saçlı profesörleri, öğrencileri
adları şuramıza işlemektedir
ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler
bir karasevda halinde söylemektedir
şimdi bursada ipek çeken kızlar
şimdi erzurumda çift sürenlerin
geçit vermez kaşlarının altında
derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri
sabanın demiri girdikçe toprağa
hınçlarını gömmektedir içine yerin.
çünkü millet hayınları ankaralarda
çünkü izmirlerde, çünkü istanbullarda
çünkü başka yerlerinde memleketin
kanına girdiler masum gençlerin
işte onun için karanlıktır gözleri
şimdi erzurumda çift sürenlerin.
şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar
şimdi acının ve hüznün göklerinde
umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız
uykumuzun bir ucunda bombalar
bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar
ingiliz usulü piyade tüfekleriyle
insanca yaşamanın onuru arasında
milletcek bir gidip bir geliyoruz
şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
şimdi ay doğar bulutlar arasından
kavat derebeyleri yüreksiz bolu beyleri
hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri
cebren ve hile ile haklarımızı alan
zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçken
biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi
türküleri duyuyor musunuz nice derin
yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda
karanlığı tutuşturup bir köşesinden
geceyi gündüze çevirenlerin
biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.
Sezai Karakoç’un Diriliş dergisinin 2 Mart 1990 tarihli sayısındaki “Hâtıralar” bölümünde şu satırlar yer alıyor:
“Bir sefer görmek için o saatte Yenişehir’e gittim. İçişleri Bakanı Doktor Namık Gedik ve yanında ileri gelenlerden olduğu anlaşılan birkaç kişi geldi. Orda gezinenler adeta nefretle bakıyorlardı bakana ve yanındakilere. Onun için durmayıp hemen gittiler. Artık memlekette bir şeyler olacağı belliydi. Demokrat Parti aldığı tedbirlerle gidişi durduramadı. Her gün biraz daha artıyordu tansiyon. Mayıs ayının başında 555K gösterisini yaptı gençlik (5. ayın 5. günü saat 5’te Kızılay’da demekti parola. Hattâ Cemal de 555K diye bir şiir yazmıştı. Öğrenciler arasında dolaşmış şiir. Her akşam Kızılay’da bu itişip kakışmalar olurken gece sokağa çıkma yasağı da sürüyordu. Bir gün, Menderes, akşam vakti, Kızılay’a geliyor ve doğrudan talebenin arasına girip sert bir şekilde onlardan ne istediklerini soruyor. Görevliler zor bela Menderes’i ikna edip otomobiline bindirip oradan uzaklaştırıyorlar. Sonradan bu olay da tersine çevrilip, öğrencilerin Menderes’in yakasına yapıştığı şekline dönüştürülmüş, bir politikacı [Deniz Baykal] için de yıllar yılı bir kahramanlık öyküsü gibi anlatılıp durmuştu. Neyse ki geçenlerde bu politikacı Menderes’in yakasına yapışmadığını mecliste açıkladı da gerçek ortaya çıktı.”
1960 Haziranında bir gazino ilânında şunlar yazıyordu: “Tepebaşı Bahçesi’nde her akşam Zeki Müren, kahraman Türk ordusunun ve asil Türk gençliğinin hürriyet marşı, vatan türküsü Osman Paşa tablosunu mehter refakatinde takdim etmekle şeref duyar.” 27 Mayıs sigarası beni de bu merete alıştıran ilk sigara olmuştu.
1961 ANAYASININ GETİRDİKLERİ…
Sıkıyönetim ilân edilmişti. Üç kişinin bir araya gelmesi yasaktı. Toplu sözleşme, grev hakkı yok… Yargıç güvencesi hak getire… Yüksek dereceli memurlar ‘görülen lüzum üzerine’ bir çırpıda emekliye sevkediliyor… Üniversite baskı altında… Sol parti ne söz, solcuyum demek yasak..
Şimdi tuhaf geliyor çoğumuza değil mi?
Bugün kim ister askeri bir darbeyi? Hele 12 Eylül 1980 belâsının bütün felâketlerini, işkencelerini, zindan ve sürgünlerini yaşadıktan sonra…
Ama, kim ne derse desin, 27 Mayıs 1960 sabahı Türkiye’nin eğitimli elit kesiminin, ülke solunun, halkın bilinçli katmanlarının büyük çoğunluğunun bu hareketi yürekten desteklediği bir gerçektir.
Ve ancak Demokrat Parti devrildikten sonradır ki, özgürlükçü bir anayasa yürürlüğe girebildi.
Anayasada Birinci Kuşak Haklar denilen klâsik hak ve özgürlüklerin yanı sıra İkinci Kuşak adı verilen eşitsizliği, adaletsizliği azaltmaya yönelik sendika, toplu sözleşme, grev hakkı gibi sosyal haklar da yer aldı.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi ile yürütme, yasama ve yargı erki birbirinden ayrıldı; yürütmeyi despotluğa, yasamayı mutlak çoğunluğun diktasına dönüştürme yolunun kapatılmasına çalışıldı. Dengeli bir parlamenter rejime geçilmesi amaçlandı. Hiçbir hakkın özüne dokunulamayacağı ilkesi getirilerek keyfiliğe kaçabilecek sınırlandırma girişimleri engellenmek istendi.
Anayasa Mahkemesi, Yüksek Yargıçlar Kurulu oluşturuldu. Doğal yargıç ilkesi getirilip yargı bağımsızlığı yolunda önemli bir adım atıldı. İdarenin bütün eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıldı. Üniversitelerin özerkliği, TRT’nin tarafsızlığı ilkesi getirildi. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri anayasa ile güvence altına alındı. Devlet Planlama Teşkilâtı kurularak planlı ekonominin önemi vurgulandı.
GELECEĞE GÜVENLE, UMUTLA BAKAN BİR GENÇLİK
Ertesi yıl kısa adı SBF olan Mülkiyeye girdim.
Tahsin Bekir Balta, Bahri Savcı, Sadun Aren, Turan Güneş, Muammer Aksoy, Mümtaz Soysal, Seha Meray, Yavuz ve Nermin Abadan, Ahmet Şükrü Esmer, Cahit Talas, Fehmi Yavuz, Kemal Fikret Arık, Besim Üstünel gibi unutulmaz hocalarla 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük havasını hep birlikte soluduk.
Varsıllarla yoksulların dünyası, kısa çöpün uzun çöpten hakkını alma kavgası engebesiz değildi elbet…
Kimse istemezdi bir Başbakanın, iki bakanın asılmasını, Cumhurbaşkanının, milletvekillerinin hapislere atılmasını… Albay Talât Aydemir’in iki darbe girişimini de yaşadık…
Bugün yandaş medya ne kadar karalamaya, çarpıtmaya kalkışsa da, olumsuz yanlarını abartmaya yeltense de, özgürlüğün tadını çıkardığımız o unutulmaz dört yıl…
1961 yılında önce 164, sonra 1042 aydının imzaladığı Aydınların Ortak Bildirisi diye bilinen Yön dergisi manifestosu yayınlandı… Sosyal Adalet ve Dönüşüm dergileri çıktı.
Düşünce ve kültür yaşamı canlanmaya yüz tuttu.
1961 yılının son günü yüz bin işçi altı koldan Saraçhane Alanına girdi. Sendikal yasalar çıkmadan önce on grev, altı oturma grevi, on iki sessiz yürüyüş, beş büyük miting ve gösteri gerçekleşti. 3 Mayıs 1962’de beş bine yakın işçi, Açların Yürüyüşü adı altında Ulus Meydanından TBMM’ye yürüdü. 12-13 Ağustos 1962’de Yapı-İş Sendikasının Zonguldak Ereğlisinde düzenlediği mitingde işten atmalar protesto edildi. Ocak 1963’te başlayan Kavel fabrikası grevi günlerce sürdü. 1965’de Zonguldak Kozlu maden işçilerinin direnişi… Ankara’da topraksız köylülerin yürüyüşü…
Fikir Kulüplerinde toplanan, işçi sınıfıyla, sendikalarla yakınlaşan, geleceğe güvenle, umutla bakan bir gençliktik o zamanlar…
(1927-1984)
İşte Hasan Hüseyin Korkmazgil’in KAVEL şiiri:
İşime karım dedim, karıma Kavel diyeceğim.
Ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada,
Güneşe karışmadıkça etim
Kavel Grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim.
Ve izin verirlerse Kavel Grevcileri,
İzin verirlerse İstinyeli emekçi kardeşlerim,
İzin verirlerse Kavel Grevcileri,
Ve ben kendimi tutabilirsem eğer sesimi tutabilirsem
O çoban ateşinin yandığı yerde Kavel’de,
O erkekçe direnilen yerde, Kavel’de
Karın altında nişanlanıp dostlarımın arasında
Öpeceğim nişanlımı Kavel kapısında
Ve izin verirlerse İstinyeli emekçi kardeşlerim
İzin verirlerse Kavel Grevcileri
İlk çocuğumun adını Kavel koyacağım
1961 Anayasası ve Mülkiyedeki üniversite yıllarım yazısıyla devam edeceğim.
30 Haziran 2020
Cavlı Çulfaz