Türkiye Komünist Partisi’nin 100. yılını kutluyoruz.
Yıllarca onurla taşıdığı TKP üyeliği sönümlenmiş bir komünistim. TKP’li yaşamıma ilişkin anı ve tanıklığımı kısaca aşağıda özetliyorum.
Bugün çeşitli parti ve gruplarca temsil edildiği iddia edilen Türkiye Komünist Parti’sinin 100. yılını yaşıyoruz. Bazı arkadaşlarımızın, bu sürece ilişkin olarak, partiyi temsil iddiasında olanların birlikte ya da ayrı ayrı yapacakları etkinlikleri paylaşmaları ve anmanın en geniş ve etkin şekilde gerçekleşmesi için çaba gösterdiklerini izliyoruz. Bu çabanın temelinde, demokrasi ve sınıf mücadelesine katkı amacının yattığını düşünüyorum. Ben de üyeliğini yıllarca onurla taşıdığım bir TKP’li olarak bu çabalara bir anı ve değerlendirme ile katkı koymak istedim.
1920 yılı eylül ayında kuruluşu gerçekleştirilen partimiz ve üyeleri yıllarca, Türk Ceza Kanunu’nda 141, 142 ve 146. maddelerle belirlenmiş, Yasak-Baskı-Cezaevi- İdam zinciriyle çevrelenmiş, sınırlı ve sürekli tehditli bir yaşama mahkum edilmişler, etkisiz kılınmaya çalışılmışlardır.
Parti yıllarca merkezini ve büyük ölçüde örgütlenmesini yurtdışında korumak durumunda bırakıldı. 70’li yıllarda İllegal olarak, Türkiye’de örgütlenmeye başlanıldı. 12 Mart sonrasında, sosyalist ve komünist düşünceli insanlarımız her yerde TKP’yi arar olmuş, partinin illegal organı Atılım, değişik yollarla her gün daha fazla insanımıza ulaşır duruma gelmişti.
Daha lise yıllarımın başında, ideolojik ve politik olarak henüz özümsemiş olmamakla birlikte, yaşama ve insana ilişkin olarak sundukları anlamında, komünist düşünceye sempati duyan biriydim. Daha sonra TİP’e ilgi duymuş ve 12 Mart sonrası yıllarda, ben de TKP’yi düşünür olmuştum.
Yıllarca demokratik kitle ve meslek örgütleri içinde, herhangi siyasi bir parti ile üyelik ilişkim olmadan, gündelik yaşama aktif biçimlerde katılma uğraşı içinde oldum.
Ve 1977 yılında bir gün TKP üyeliği onuruna kavuştum.
Ve yine yıllarca sonra, komünist insan olma çabam devam etse de ölünceye kadar devam edecek olsa da, resmi üyeliğim kendiliğinden sonlandı. Evet… Evet kendiliğinden sonlandı… Anlatacağım.
TKP ilk legal kitlesel toplantısını Almanya’da yaptı. Bu ilk legal çıkış aynı zamanda 65. kuruluş yılı kutlamasıydı. Türkiye basını TKP’den daha fazla bahseder olmuştu. Türkiye’ye dönüş konusu sıcak biçimde partinin gündemine oturmuştu.
O günlerin önemli diğer konusu, yıllardır gündemde olan Türkiye İşçi Partisi ile partimizin birleşmesi idi. 1985 yılında gerçekleşen TİP-TKP heyetlerinin buluşması, süreci derinleştirmişti. Geçmişten kalan güvensizlikler aşılmış, samimi bir zemin oluşmuştu. Yerel örgütler de sorunu tartışıyor, görüşler alınıyordu. Daha sonra 1986 yılında yapılan Merkez Komitesi plenumunda birleşik partinin adı Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) olarak kabul görecekti. Yeni parti, yeni bir program ile politik mücadeledeki yerini alacaktı.
Artık tartışma ve söylemlerimizin merkezine TBKP ve dönüş oturmuştu. Ve 1987 ekiminde, TKP genel sekreteri Haydar Kutlu (Nabi Yağcı) ile Türkiye İşçi Partisi genel başkanı Behice Boran Brüksel’de yaptıkları bir basın toplantısı ile birleşmeyi ilk defa kamuoyuna duyurmuşlardı. Bu tarihsel açıklamadan birkaç gün sonra, 10 Ekim 1987’de, mücadele insanı, hayatını sosyalizme adamış olan Behice Boran’ı kaybedecektik. Beklenmedik kayıp, tüm Türkiyeli sosyalistleri derinden etkilemişti. Sosyalistler öğretmenlerini kaybetmişti. Önce yöneticilerden bir kısmının cenazeyle birlikte Türkiye’ye gitmesi tartışılmış, sonrasında Parti Genel sekreterleri Nihat Sargın ile Haydar Kutlu’nun ülkeye dönüş kararı alınmıştı. Ve dönüş 16 Kasım 1987 tarihinde gerçekleşti. Şimdi sıra bizlerdeydi…
TÜRKİYE’YE DÖNME/MEK YA DA DÖNEMEMEK…
Doğru ve Cesur bir karardı. Zira bu girişimle, TBKP’nin legal olarak siyasi yaşamda yer alması talep ve hedefinin yanında, bütün politik göçmenlerin kendi iradeleriyle özgürce yurda dönmelerinin, bütün devrimci sol örgütlerin özgürce çalışabilmelerinin koşullarını pratikte yaratma mücadelesinin adımları atılmıştı.
Bu kararla, gelişen süreçte, Komünistlere konULan yasağın gölgesinde, baskılara uğrayan tüm demokratik güçlerin politik özgürlüklerine eksiksiz kavuşmaları için verilen mücadeleye önemli katkılar koyulabilecekti. Partimizin verdiği Türkiye’ye dönüş kararı günlerini, Türkiye’de ve Avrupa’da yaşanan sonrası süreçleri hatırladığımda, duygu dünyamdaki olumlu- olumsuz gitgelleri, heyecanları, düş kırıklıklarını ve üzüntüleri de unutamam.
1984 yılının sulu kar yağan bir eylül günü gelmiştim Stockholm’e. Beynimizin ve yüreklerimizin bir parçasını ülkeye, dostlara, aile ve yakınlarımıza ayırmıştık elbette ama, buradaki çalışmalarımızdaki heyecan da hiç azalmamıştı. Nerdeyse Türkiye’deki tempo ile sürdürülüyordu. Evet, hem de sanki hiç dönmeyecekmişiz gibi sürdürülüyordu. Ama bunun yanında bizi sarsan, üzen, kızdıran birkaç farklı tutum dışında, tüm partili yoldaşlarımızın daha geldikleri ilk günden itibaren “valizim hazır” yaklaşımı da hep konuşulurdu. “Tek valizle geldim. Ayni valizle dönerim.”
Evet, 70’i aşan üyesi olan parti örgütümüzün nerdeyse tümü böyle cevaplamıştı partinin çağrısını. Artık günlük uğraşımızın, muhabbetimizin merkezine, nasıl döneriz meselesi oturmuştu. Parti kararı çerçevesinde, parti içi ve dışı toplantılar yapıldı. Diğer sol guruplara amaçlarımız anlatılmaya çalışıldı.
Böylesi günlerin birinde sorumlu yoldaşımız ve aynı zamanda MK üyesi Şeref Yıldız ile bir görüşmemiz oldu.
Genel, birlikte açık dönüş yakında başlayacaktı. Bununla beraber TBKP’nin legali zorlama mücadelesine destek amaçlı, partili bir gurup da ayrıca gönderilecekti. Avrupa’nın değişik ülkelerinden katılacak olan bu yoldaşlar yeni durum ve politikalar konusunda eğitimden geçirilecek, daha sonra da parti faaliyetlerine destek olmak üzere ülkeye gideceklerdi.
Bu gruba İsveç’ten bir başka yoldaşımla birlikte ben de katılacaktım. Soru açıktı. Ailece illegal dönecektik. Uygun muydu? Hayat arkadaşımla konuştuk. Tamam dedik. Özlenen gün gelmişti. Dönecektim. Biraz kırıktım tabii. Birlikte kalabalık bir dönüşün coşku ve heyecanını yaşayamayacaktım. Pek de önemli değildi. Ülkeme, sıcak mücadeleye, dostlarla ve aile yakınlarımla kucaklaşamazsam da yakınlarına gidiyordum.
İkinci bilgi gecikmedi. Berlin’e yolcuyum. Önce sosyalist ülkelerdeki gelişmeler ve yeni politikalar üzerine bir eğitim, sonra da Türkiye. Aile daha sonra gelecekti. Çok kısa bir süre için Stockholm’e hoşça kalın demek için dönebilirdim belki ama, bu pek de kesin değildi. Stockholm’e ilk geldiğimde sulu kar yağıyordu ve hava çok soğuktu. Yine karlı ve çok soğuk bir günde Stockholm’ü terk ediyordum.
Trenle gidecektim. İstasyona sevgili eşim Ayşen ve oğlum Utku ile birlikte geldik. Ayrıca parti sorumlumuz ile, parti komitesinden iki sevgili yoldaşım da beni uğurlamak üzere perondaydılar. Kucaklaştık. Ayrıca başarılar diledik birbirimize. Utku ağlıyor, beni bırakmak, benden ayrılmak istemiyordu. Sanki sezmişti uzun ayrılığı. Trene Utku ile bindik. Herkes hüzünlüydü. Trenin penceresinden yapılan üç-beş dakikalık hoşça kal muhabbetinden sonra, Utku’yu pencereden annesine uzattım. Hepimizin gözleri dolmuştu. Tren uzaklaşırken, onları gözden kaybedinceye kadar el salladığımı, beni yolcu etmeye gelen yoldaşlarımın, Ayşen ve Utku’nun perondan son el sallayışlarını hatırlıyorum.
DÖNÜŞE HAZIRLIK
Berlin’e hareket eden trenin penceresinden el sallamaya devam ediyorum.
Utku’nun yırtınışı, ağlayışı gözlerimin önünde. Pencereden geriye dönüp, bulunduğum kompartımana baktığımda, yolcuların sanki “ne yapıyorsun, tren perondan hayli uzaklaştı” der gibi hallerini görünce yerime oturdum.
Bir süre sonra da düşüncelerimin ağırlığı Türkiye’ye gidiş sorununa doğru kaymaya başlıyor. İnsanın duygu dünyasının bir özelliği herhalde bu. En önemli, birincil gördüğün şey, acının da en yüksek keyif düzeyinin de önüne geçiveriyor.
Birkaç saat önceki ayrılışın verdiği üzüntü ve keder yerini, birçok soru ile eğitim ve Türkiye’ye dönüş sorununa terk etmişti. Partimizin aldığı bu kararlar yaşama geçebilecek miydi? Avrupa’dan dönüşler nasıl olacaktı? Türkiye’de nasıl karşılanacaktık?
Üyelerimiz legal, açık politik çalışmaya hazır mıydılar? Birleşen partilerimiz tabanda da birleşebilmiş miydi? Her şeyden önemlisi yeni legal parti programımız hayat bulabilecek miydi?
Partilerimizin birleşmesini, tüm sosyalist solun ayrılıklara son vermesini, herkes gibi ben de istiyordum. İsveç’te Türkiye Türkiye İşçi Partili iki arkadaşımız vardı. Birleşme görüşmelerinde TİP temsilcisi olarak görev yapan arkadaşımız zaten bizimle çalıştığı için, işimiz zor olmadı. Ve birleşme görüşmelerini sorunsuz sonuçlandırdık. Ama genel olarak, Avrupa’nın başka ülkeleri ve esas olarak Türkiye örgütleri açısından durum elbette böyle değildi. Birleşme sürecindeki hızlılık, tabanın, üyelerin sürece yeterince katılamayışı, birleşmenin içselleşemeyişi sorunu, Türkiye’de olan bitenle ilgili bilgisizliğimiz, sürecin doğru yönetilip yönetilemeyeceği gibi sorunlar kafamı derinden kurcalıyordu.
Bir de elbette kendi durumum. Bölgeme döneceğim. Beş yıla yakın, bölge ile ilgili nerdeyse hiçbir bilgim yok. Doğru olmadığı için, kişisel olarak hiçbir zaman, herhangi bir bilgiye ulaşmaya da çalışmadım. Partiden de hiçbir bilgi verilmedi. Yalnızca parti dışından duyduğum, birçoğu da çelişkili ve sübjektif olan bilgilere sahibim. Bunlar da kafamı meşgul ediyor tabii. Berlin’de görüşeceğim yoldaşların bu sorulara cevapları olmalı diye düşünüyorum ve rahatlıyorum.
Bir ara uyumuşum. Geride kaç saati bıraktığımı hatırlamıyorum. Berlin’de istasyondayım. Söylenilen yerde iniyorum. Bekleyen yoldaş beni kalacağımız yere götürüyor. Aksilik yok. DDR partisine ait bir mekandayız. Türkiye’den ve Avrupa’dan katılan yoldaşlardan oluşan bir grubuz. Legalden tanıdığım kimse yok. Tanıştırılıyoruz. Bir süre beraber kalacağız. Hem Sovyetler de dahil, dünyadaki yeni durum ve politikalar konusunda, hem de Türkiye ile ilgili parti politikalarımız doğrultusunda hazırlanmış eğitimlere katılacağız.
Gruptaki yoldaşlarımızla yaptığımız ilk muhabbetlerde, ilk şaşkınlığı da yaşıyorum.
Evet, biz de yeni programı Stockholm’de tartışmıştık. Yeni programa yönelik eleştirilerim olmakla birlikte genelde mutabıktım. Fakat gruptaki, tartışılan taslak programı aşan, kimi çok önemli konulardaki görüşlerimizin “eskidiği” noktasındaki değerlendirmeler ve beklemediğim düzeyde “hızlı yenileşmeci” bir esinti, orada bulunmamın nedeni olan, Avrupa’dan toplu dönüşlerle ilgili sessizlik…
Bazı yoldaşlar gibi, ben de bu havayı pek kabullenememiştim. İlk şaşkınlığı yaşıyorum.
DÖNÜYORUM AMA, TEKRAR İSVEÇ’E…
Anımsıyorum. Bu şaşkınlığım orada bulunduğum süre devam etmiş, zaman zaman düş kırıklığı ve kızgınlık gibi duygularla harmanlanmıştı. Neresi olduğunu hatırlayamadığım bir toplantı salonunda derslere katılıyorduk. Aramızda “yeni” adı altında söylenenlere hazır yoldaşların yanında, benim gibi hazır olmayan yoldaşlar da vardı. Derslerde dünyadaki yeni gelişmeler, sosyalist ülkelerin konumları vb. gibi konular işleniyordu. Elbette bunlar önemliydi, ama benim için öncelikli olan Türkiye ve partimizin politikaları idi. Ayrıca önemli beklentim, kendi durumumla ilgili olarak yapılacak açıklamaydı. Beni buraya gönderen yoldaştan almış olduğum bilgiye göre yetkili bir yoldaşımız benimle görüşecekti. Zira “Türkiye’ye döneceğim” somut bilgisi dışında, başkaca bilgim yoktu. Parti legal çalışma yapmak için taşınıyordu. Ben illegal yolla dönecek ve çalışmalara katılacaktım. Durumun daha geniş açıklanmasına ihtiyaç vardı.
Berlin’de bulunduğum zaman aralığında, o zamanın politik büro üyesi, toprağı bol olsun, şimdi aramızda olmayan sevgili Sıtkı Coşkun, Orhan Yıldırım ve Zülfü Dicleli yoldaşlarla karşılaşma olanağım oldu. Zülfü Dicleli yoldaşımızın ders/sohbet biçiminde süren bir toplantıdaki değerlendirmeleri, bana ikinci önemli şaşkınlığı yaşatmıştı. Bazı meseleler, o zamanlar hiç hazır olmadığım bir tarzda önümüze konulunca sarsılmıştım. Dönüşler konusundan fazlaca söz edilmiyordu.
Mesela dönüşler konusunu ısrarla gündeme getiren, bilgi isteyen olarak birisi olarak aldığım cevap “sen Avrupa’da lazımsın, neden acele ediyorsun” falan gibiydi. Onayım da alınarak verilmiş bir Parti kararıyla Türkiye’ye döneceğim. Bu nedenle eğitime gönderiliyorum. Önemli bir sorumlumuzun kendimle ve dönüşlerle ilgili pratik açıklamalarını beklerken, bana belki biraz da espriyle verilen cevap bu. Bir başka gün de şimdi aramızda olmayan Sıtkı (Coşkun) ve Orhan (Yıldırım) yoldaşla evde birlikte yemek yedik. Başka kimler vardı hatırlamıyorum. Israrla kendi konumumla, Avrupa’dan dönüşlerin durumu ile ve Türkiye’deki gelişmelerle ilgili bilgi almaya uğraşıyorum. Diğer yoldaşların da benzer beklentileri vardı sanıyorum. Ancak, bu beraberlikten anımsadığım tek önemli kısım, iki politik büro üyesi yoldaşın dönüşler, parti yapısı, anlayışı ve parti üyeliği gibi konularda kendi aralarındaki biraz da sert ve üstü örtük olarak yaptıkları tartışmalardı. Partili yaşamımda, olumsuz diye nitelenebilecek şeyler yaşamıştım, yaşanmıştı. Elbette birçok eleştirim de vardı, olmuştu. Ne var ki, partiye karşı GÜVENİM ilk defa böylesi bir kırılma yaşıyordu. Ülkeye, kendi bölgeme, parti faaliyetlerine katkı koymak üzere gönderileceğim için Hazırlık/Bilgilenme/Eğitim amaçlı geldiğim Berlin’den, kendi dönüşüm ve genel dönüşler konusunda, nerdeyse hiç bilgilendirilmeden, geliş amacıma bağlı herhangi özel bir görüşme yapılmadan Stockholm’e dönüyordum. Ve elbette kırık, şaşkın ve üzgün olarak.
Moskova’dan dönen yoldaşımın izlenimleri de aynı. Bu arada nasıl olsa gidiyorum artık, ihtiyacım yok diye, izin alamadan ayrıldığım temizlik işimden de atıldığımı öğreniyorum. Sorumlu yoldaşla görüşüyoruz. Onda da açıklayamadığı huzursuzluklar seziyorum. Ne var ki o, her zeminki haliyle bizi sakinliğe davet ediyor. Durumu, şaşkınlığımı, güvenimin nasıl tahrip olduğunu anlatıyorum. Ortada alınmış ne karar, kararlar vardı. Ama yaşama geçirecek irade ve yol göstericilikte netlik ve kararlılık yok. Dahası zaaflar, yetmemezlikler ve karar vericiler arasında farklı yaklaşımlar var. Bu duygu ve değerlendirmelerimi aktarıyorum. Ve bu koşullarda, dönüşüm ile ilgili parti kararına uymak istemediğimi, dönüşümün biçim ve zamanını bireysel olarak planlayacağımı belirtiyorum. MK üyesi bir yoldaşımızın (sandığım kadarıyla kişisel inisiyatifle) bir kez Danimarka’ya çağırarak, bir kez de Stockholm’e gelerek, olup biteni tam izah etmeden, parti disiplini çerçevesinde, bizi dönüşe ikna etme çabalarını anımsıyorum. Özetle güvenim sarsılmıştı. Düşünüldüğü biçimde dönmeyi kabullenmedim. Bu kararımın yarattığı psikolojik sıkıntıları, çektiğim acıları, ancak 3-4 yılda aşabildiğimi belirtmeliyim.
Elbette o süreçte yaşanılanları, Kutlu-Sargın yoldaşların dönüşü sonrasındaki süreçlerde olup bitenleri, o dönemin karar mekanizmalarındaki yoldaşlarımızın anlatması gerekli. Dönüş kararı, doğru ve cesur bir karardı. İllegalite zorlandı, legal çalışmanın yolları zorlandı. Aynı zamanda demokrasi mücadelesine de önemli bir katkı yapıldı. Sürecin Türkiye kısmı ile ilgili edinebildiğim çok kısıtlı bilgiler ve kendi yaşadıklarım çerçevesinde şunu söylemem gerekiyor ki, bana göre, özellikle sekreter yoldaşların dönüşleri sonrasında, öncelikli olarak Avrupa’daki, daha sonra da Türkiye’deki süreçler doğru, kararlı ve iyi yönetilememiştir. Yoksa bir dönemin güçlü hareketinden geriye, sadece güçsüz ve etkisiz guruplar kalışı, tek başına sosyalist sistemin yıkılması ile açıklanamaz. Bu nedenlerle de , ben ve benim gibi yüzlerce partili insan, süreçlerin dışına itilmiş, başlangıçta, parti ile birlikte dönme isteği, iradesi belirten onlarca partili dönmemiş, daha sonraki süreçlerin de dışında kalarak, parti üyeliklerimiz kendiliğinden sönümlenmiştir.
Üyeliğini onurla taşıdığımız partimiz, tarihsel TKP’nin 100. yılının yaşandığı bu zamanlarda herhangi bir örgütsel bağa sahip değilim. Her şeye rağmen, kendimi “Komünist’’ kalma-olma çabasında bir kişilik olarak tarifliyorum. Aklımın, gücümün yettiği ölçülerde, her tür olanağı kullanarak, demokrasi, barış ve sosyal alanda yaşanan tüm haksızlıklarla mücadeleye katılma uğraşı içindeyim.
Umarım 100. yıl için, ayrı ya da birlikte yapılacak kutlamalara, yaşanılan zamanlara uygun, demokrasi mücadelesini güçlendiren bir anlayış ve dil hâkim olur.
Ben de bir Anı/Tanıklık ile 100. yıl kutlamalarına bir biçimde katılmak istedim.
24 Haziran 2020
Sedat ÖZGÜVEN
İlgiyle okuduğum içten yazılmış güzel bir anı yorum içerikli bir makale. Şu yoruma katılmamak elde değil.”bana göre, özellikle sekreter yoldaşların dönüşleri sonrasında, öncelikli olarak Avrupa’daki, daha sonra da Türkiye’deki süreçler doğru, kararlı ve iyi yönetilememiştir. Yoksa bir dönemin güçlü hareketinden geriye, sadece güçsüz ve etkisiz guruplar kalışı, tek başına sosyalist sistemin yıkılması ile açıklanamaz.” O koşullarda Parti bu kadar ağır yükü kaldıracak ne örgütlülük ne de ideolojik yapıda değildi.