Psikolojinin bir bilim olarak kabul edilmesi Wunt’un ilk psikoloji laboratuvarını 1879 yılında kurmasıyla birlikte başladı. Wundt, psikoloji biliminin, zihni bilimsel yöntemler kullanarak insanı inceleyen bilim dalı olduğunu vurguladı. Ardından 30-40 yıl geçtikten sonra bireyin zihni ile sosyal çevrenin karşılıklı etkileşimini incelemek üzere sosyal psikoloji, bir alt dal olarak bilimler içindeki yerini aldı.
Başlarda, “Kişinin; davranışlarının, hislerinin, düşüncelerinin başkalarının davranış ve/veya özelliklerinden etkilenme şekillerini ve onlar tarafından belirlenme şekillerini inceleyen bilim dalıdır” şeklinde tarif edilen sosyal psikolojinin bu tanımını 21. yüzyılda kullanmak artık mümkün değil. Bu yüzyılda sosyal psikoloji artık sosyoloji, dilbilim, antropoloji, kültürel çalışmalar gibi birçok başka sosyal disiplinle iç içe girdi. Yani sosyal psikolojinin sınırlarını belirleyen tanım, bilimin artık sınırlarını oldukça gevşetmiş ve açıklama kapsamını genişletmiş olması nedeniyle isabetli olma durumunu yitirdi.
Sosyal etki
Sosyal psikolojinin ilgilendiği sorunlardan biri de “sosyal etki” meselesidir. Bu mesele genel anlamda çoğunluğun azınlık üzerindeki etkisi ve azınlığın çoğunluk üzerindeki etkisi olarak iki ana başlık altında incelenebilmektedir. Türkiye’de, baskı ve sansürün (hem devlet eliyle hem de kişinin, kurumun kendi kendine uyguladığı sansür) yoğun olarak yaşandığı günümüzde üniversitelerde bu konular olabildiği kadarıyla ve akademik çerçevede hâlâ işlenebilmektedir. Mesela, İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi’nin çeşitli bölümlerinde Sosyal Psikolojiye Giriş dersini veren Prof. Dr. Sibel Ayşen Arkonaç, ünitelerden biri olan ırkçılığı anlatırken mealen “Modern ırkçılığı sadece sağcı düşüncelerle veya kişilik bozukluklarıyla açıklamak doğru olmaz. Modern ırkçılık, çoğu zaman gizil bir biçimde, örneğin ‘Kürt ama çok iyi bir komşudur’ cümlesiyle ortaya çıkan ve ‘sağcı’ düşünceden çok daha fazla bir şeydir” cümlelerini kullanmaktadır.
Hocamız Georges Politzer olunca
İkinci üniversite kapsamında İ.Ü. AUZEF felsefe Bölümüne devam ettiğim üç yıla yaklaşan süreçte, biz sola merak salmış kişilerin, özellikle içinde yer aldığım 78 kuşağı olarak tanımlanan kuşağın insanlarının sosyoloji ve felsefeye oldukça yakın ama psikolojiden oldukça kopuk olduklarını anladım. Üstelik yakın olduğumuz sosyoloji ve felsefede de eksik olan yanımız sosyal psikolojiydi. O dönemde hangi fraksiyondan olursak olalım, felsefe hocamız, toplumsal olayları “suyun kaynamasıyla” açıklayan Georges Politzer’di. İnsanı fizik deneylerinde olduğu gibi laboratuvara sokan ve “belirli şartlarda, belirli reaksiyonlar gerçekleştiğinde, ortaya çıkacak yeni durum şu olur” şeklinde formüllerle açıklamaya meraklı Kartezyen paradigmanın etkisinde “Komünist bireyler” yetiştirmeyi amaçlayan hocamız, insanın sadece duyularına odaklanıp; duygularını, zihnini, kültürünü, ailenin birey üzerindeki etkilerini ve daha birçok insana ait özellikleri yok sayınca, ortaya “nicel birikimlerin nicel sıçramaya dönüşmesi” kadar basit bir formülle toplumu değiştirme umudu saçıyordu. Biz de inanıyorduk!
Günlük Müstehcen Sırlar
Bu durumu bugün analiz ettiğimde aklıma ilk gelen Günlük Müstehcen Sırlar isimli tiyatro oyunu oldu. Ülkemizde de gösterime giren bu oyunda, Şili Santiago’da kızlar okulunun yanındaki parkta karşılaşan iki teşhirci adamın, birbirleriyle egoları ve felsefi teorileri hakkında söz düellosuna girmeleri komedi şeklinde sahnelenir. Aralarındaki diyalog ilerledikçe bu iki adamın Sigmund Freud ve Karl Marx olduğu, ya da o iddiada oldukları anlaşılır. Latin Amerikan Tiyatrosu’nun son yıllardaki en etkileyici oyunlarından Marco Antonio De Parra’nın ‘Günlük Müstehcen Sırlar’ oyununda yaşamı yalnızca bireysellik yönünde değerlendiren Freud ile hayata salt toplumcu gözlüklerle bakan Marx’ ın kurdukları ilişkide yaşanan değişim irdelenir. Yani aynı bizim ülkemizdeki iki kuşak arasında olan durum! Günlük Müstehcen Sırlar oyununu Türkiye’de seyreden bizlere, yönetmen Tufan Karabulut vasıtasıyla dünün sadece “toplumcu” gençleri ile bugünün sadece “bireyci” gençlerine, Marx ve Freud’un kimlikleri üzerinden kendileriyle yüzleşme fırsatı sunulmaktadır.
Ne yapmalı?
Dünün toplumcu gençleri ile yine o kitlenin “bugünün bireyci gençleri” olarak (genellikle) tanımladığı kitlenin bir araya gelmesi, barış, demokrasi, insan hakları ve adalet için mücadele vermesi hem pek kolay olmuyor ve hem de olabildiği kadarıyla sonuca pek etki etmiyor. Gezi direnişi haricinde bu iki kuşağın bir araya gelerek sadece evrensel olan değerleri bile paylaşması mümkün görünmüyor. Her iki kuşaktan da bugün yaşananlara tepki gösterenler, bu tepkilerinin sosyal medya dışına çıkabilmesini sağlayamıyor. Yani fikirleri, sadece sosyal mecrada yer bulabiliyor ve toplumun dinamikleri içinde azınlıkta kalıyor. “Azınlık” ve “çoğunluk” terimleri elbette görecelidir, değişkendir. Ama görece durağandır da… Değişimin bugünden yarına “hemen” olması kolay, hatta mümkün değildir. O zaman gündeme hiç dilimizden düşürmediğimiz “ne yapmalı” sorusu geliyor.
Azınlıkta kalanlar ne yapmalı?
Sosyal psikolojide bu sorunun cevabı da yer alıyor…
“Azınlıkta kalan fikirlerin veya alt grupların:
1. Tutarlı ve istikrarlı kaldıkları görülürse,
2. Görecekleri zararı göğüsleyebileceklerini görürlerse,
3. Gizli saklı işleri (hesapları) olmadığı, yani özerk oldukları görülürse,
4. Tartışmada esnek davrandıkları görülürse,
içinde bulundukları grubu (toplumu) etkiledikleri görülmektedir.”
Bu maddeleri teker teker açacak olursak…
Öncelikle tutarlı ve istikrarlı nasıl görünür, sorusuna cevap aramak lazım. Muhalif güçlerin kendi aralarındaki iletişiminde neredeyse tek ortak ve olanaklı alan olarak sosyal medya kaldı. Sosyal medyada ortaya atılan muhalif, pratik bir fikrin altında, aslında o fikrin uzağında olmayan veya olmadığı sanılan diğer insanların yorumları okunduğunda genellikle “bunlardan bir şey olmaz” sonucunun çıkarılmasına neden olacak oldukça absürt yorumların yer aldığı görülebiliyor. Kimisi paylaşımda bulunanın geçmişine olan nefretini kusuyor, kimisi olayın Marksist ve dahi Politzerci ideolojik tahlillerine girişiyor, kimisi paylaşımdaki bir kelimeye takılıp, işin esasından uzaklaşarak ayrıntılarında kayboluyor. Tutarlılık ve istikrarlı olmak sadece bir paylaşım ve altındaki yorumlarla ilgili de değil tabii. Ülkedeki yoksulluk ve gelir adaletsizliğini durmadan gündeme getirerek doğru şeyler yapan birisi, ardından Maldivlerden içinde yer aldığı bir ziyafet sofrası paylaştığında o güne dek yazıp çizdikleri bir anda çöp olabiliyor. Tersine, mesela HDP hakkında, Demirtaş’la ilgili olarak olumlu paylaşımlarda bulunan birinin, bir başka paylaşımında “Benim Kürt ama çok sevdiğim bir dostum vardı” diye başlayan bir başka paylaşımda veya yorumda bulunması bir çuval inciri berbat ediyor. Daha da vahimi sol adına mangalda kül bırakmayan birinin, güzel kabul ettiği veya yaklaşmaya müsait olarak gördüğü bir kadına özelden “çok özel” mesajlar göndermesi tutarsız olmayı bırakın, rezil bir durumu ortaya koyuyor.
Zararı göğüslemek
Zarar nasıl göğüslenir? Birlik olmak suretiyle… Bugün “barış, demokrasi, insan hakları ve adalet” diyenlerin seslerinin cılız çıkmasında, ülkenin bugünkü şartlarında görmeleri kuvvetle muhtemel zararı hep birlikte göğüsleyebilecekleri bir bütünlüğü görmüyor olmalarının payı çok büyüktür, diye düşünüyorum. HDP’li belediye başkanları görevden alınıyor, ortak, yükselen bir ses duyulmuyor. Aynı muhalif kanat içinde yer aldıklarına inanılan örgütlü güçlerden ses çıkmıyor. CHP’li belediye başkanı tutuklanıp yerine kayyım atanıyor, başta partisinden olmak üzere kimseden ses yok! Daha doğrusu sadece sosyal medyada birkaç itirazdan öteye geçilmiyor. Yine sosyal medya üzerinden yapılan bir paylaşım nedeniyle insanlar gözaltına alınıp tutuklanıyor… Bu tür bir haber sosyal medyada yer alırsa, altındaki yorumlar “Geçmiş olsun” cümlelerinden ibaret kalıyor. Yani, muhalif güçlerin muhalefet etmekten dolayı zarara uğramaları, zulüm görmeleri durumunda bu zararı göğüslemek üzere insanlar bir arada hareket edemiyor. Cesaret kadar, korkunun da bulaşıcı olduğu anlaşılıyor. Ama ne yazık ki, korkunun ecele çaresi de bulunmuyor.
Özerk olmak ve esnek davranmak
Tutarlı ve istikrarlı olup “çoğunluğu” etkilemek istiyorsak gizli saklı hesaplarımızın olmadığını, özerk olduğumuzu da ortaya koymak durumundayız. Bu özerk olma durumunu ben “örgütsüz” olmak olarak algılamıyorum. Örgütlüğünü net bir şekilde ortaya koyarak insan hakları, adalet ve demokrasiden yana fikirlerini savunanlar, örgütlülüğünü hiç gündeme getirmeden belirli bir hesap içinde olanlardan (mesela ilçe başkanı, belediye başkanı, meclis üyesi, milletvekili seçilmek gibi, mesela muhalif belediyelerden nemalanmak gibi), çoğunluğun üzerinde çok daha etkili olabilir. Tabii burada zaman ve süreklilik çok önemli.
İşin esnek olma noktası ise biz “azınlık” fikir sahiplerinin en hassas noktası. Belki yaşanılan şartların psikolojisi içinde yüksek tahammülsüzlük, adeta grip mikrobu gibi çok yaygın ve ne yazık ki aşısı da yok gibi görünüyor. Kimsenin kimseye tahammülü yok, kimse burnundan kıl aldırmak istemiyor ve esneklik “oportünizm” olarak adlandırılabiliyor. Çoğunluk fikirleri dediğimiz belli değil mi? Milliyetçilik ve ümmetçilikten oluşan bir karışım, zihinlerde yaygın olarak bulunmuyor mu? Eldeki “malzeme” bu değil mi? Biz bu fikirleri değiştirmek istiyorsak, karşımızdakinin bizim terminolojimizle konuşması, bizim değerlerimizle aynı değerleri paylaşması, bizim kültürümüzle aynı kültür içinde yer alması mümkün olabilir mi? Farklı kültürlere sahip, farklı değerleri savunan, farklı bir dilde konuşan insanı etkileyebilmek için de sabırlı olmak, esnek olmak gerekmez mi?
Sahi; insanları, sosyal olayları, “Kafamız elma düştü, o halde yer çekimi var” diyerek, fiziksel deneylerle, sosyal psikolojiden kopuk şekilde Newtoncu bir anlayışla yorumlayabilir miyiz?