TKP temsilcisi olarak Prag’da görevi devraldıktan üç ay sonra Türkiye’de 12 Eylül darbesi oldu.
Darbeyle birlikte Türkiye’den gelen yayınlar şıp diye kesildi. O güne kadar başlıca gazete ve dergiler partinin merkezine her gün düzenli olarak ulaşıyordu. Gerek Ürün dergisindeki gerekse Temel Dağıtım’daki yoldaşlar büyük bir özveriyle yayınları günü gününe paketleyip merkeze gönderiyorlardı. Özellikle parti yayın ağı Temel Dağıtım’ın yöneticisi Atilla Tanılkan yoldaşı sevgiyle anıyorum.
Darbenin ertesi günü Leipzig’den telefonla arayıp sordu yoldaşlar: “Oradaki değişik kaynaklardan Türkiye ile ilgili haberler alabiliyor musun?”
Merkezdeki yoldaşlar haber alamıyorlarsa, ben tek başına nereden haber alabilirdim ki?
Henüz internetin olmadığı o dönemde haber almanın basit bir yöntemini bulmuştum. Şimdi şaşacak bir şey yok ama o zamanlar herkesin elinin altında olmasına rağmen pek kullanmadıkları bir yöntemle radyonun kadranında bir istasyondan öbürüne ince ince giderek bulabildiğim değişik kanallardan haberler geliyordu. 27 Mayıs 1960 darbesinden önce Bizim Radyo’yu da böyle rastgele ararken bulmuş, cızırtılar arasında izlemeye başlamıştım.
TIPKI METİN VE CAN İLE İLGİLİ ATLATMA HABERLER GİBİ
Aynen altmış yıl önce henüz yeni yetme bir spor yazarı olduğum günlerde yaptığım gibi.
1961 yılında önce Metin Oktay, hemen ardından Can Bartu İtalya’ya transfer olmuşlardı. O zamanlar dış ülkelerde çoğu gazetenin şimdiki gibi temsilcileri yoktu. Türkiye’nin yetiştirdiği bu ünlü iki futbolcunun İtalya’daki maçlarıyla ilgili haberler bizim büyük gazetelerde bile hemen ertesi gün çıkmıyordu.
Lisede okurken Ankara Telgraf ve Kudret gazetelerinde spor yazarlığı yapıyor, her hafta büyük emekle hazırladığım Sanat-Edebiyat Sayfası için bir kuruş para bile ödenmezken, spor yazarlığından atlatma haberlerle nerdeyse birinci sınıf devlet memuru kadar para kazanmaya başlamış, ama gazetecilik sevdası yüzünden lise birinci sınıfta bir yıl sınıfta kalmıştım.
Yine merakımdan böyle radyo istasyonlarını karıştırırken, İtalyan radyolarından hafta sonları naklen verilen maçları dinlemeye başladım. Gol, penaltı, faul, frikik, hakem, bir-iki-üç gibi İtalyanca birkaç kelimeyi biraz daha geliştirip maçları anında gazetede haber yapmaya başladım. Ankara’daki Tarhan kitabevinden aldığım İtalyanca spor dergilerinin eski sayılarından eklediğim fotoğraflarla Can ve Metin’in maçlarının haberlerini öbür gazetelerden önce verebiliyordum.
1960-61’de spor yazarı olarak yaptığım atlatma haberleri, bu kez 1980 yılında Prag’da Türkiye haberlerini BBC, Deutsche Welle, Amerika’nın Sesi ve yakaladığım benzeri Batı radyolarının yanı sıra sosyalist ülkelerin radyolarından toparlıyor, bu haberleri Yıldız’la birlikte teype alıyorduk.
Sonra bu haberleri Leipzig’e, radyolarımıza bildiriyorduk. Ayrıca kardeş parti temsilcilerinden abone oldukları the Guardian, Frankfurter Rundschau, Frankfurter Allgemeine Zeitung, Die Welt, Le Monde, Le Figaro, l’Humanite, La Stampa, l’Unita gibi gazetelerdeki Türkiye haberlerini kesip bana vermelerini rica ediyordum. Ya da zaten kapılarının önüne atılmak üzere bıraktıkları çoğu hiç ellenmemiş gazeteleri topluyordum. Türkiye ile ilgili haberleri ya kendim çeviriyordum, bilmediğim bir dilden ise derginin o dili bilen Sovyet tercümanları eliyle İngilizce’ye çevirtiyordum. Böylece darbeyi izleyen ilk günlerde nerdeyse Bizim Radyo ve TKP’nin Sesi haber bültenlerinin önemli bir bölümünü Prag’dan Yıldız’la birlikte hazırlayıp telefonla Leipzig’e aktarır olmuştuk.
Bir hafta kadar sonra Leipzig’deki yoldaşlar da radyoları her gün düzenli olarak dinleyip teype alarak çözer hale getirdiler.
Parti temsilcisi olarak kendi ülkemizin yanı sıra Batı ülkeleri dilinde birer yayına abone olma hakkımız vardı. Darbeden önce zaten BSS adına Cumhuriyet gazetesine abone olmuştuk ve yine dergi adına The Times’a aboneydim.
Parti temsilcilerine BSS dergisi ayda 30 dolar harcırah veriyordu. Temsilciler bu dövizleri genellikle Batı malları satan mağazalardan alışveriş yaparak kullanırlardı. Nerdeyse kupkuru bir çöle dönen yayın dünyamızda bu para ile hiç değilse Varlık ve Türk Dili dergilerine parasını ödeyip abone olmayı denedim. Ama birtakım bürokratik engeller çıkarıldı ve iki ay uğraşıp ardını kovalamama rağmen Prag’da BSS adına bu iki dergiye her nedense abone olamadım.
Londra’da yetmişli yıllarda dergi ve kitaplardan sayfalarca fotokopi çekebilirken, Prag’da sadece dergide yapacağımız birkaç sayfalık konuşmanın fotokopisini çekebilmemize izin veriliyordu. Çünkü koskoca binada sadece bir tanecik fotokopi makinesi vardı.
Sonunda bürokratik engelleri aşmanın kendimce bir yolunu buldum. Cumhuriyet gazetesindeki dergi ve kitap ilânlarından yararlanıp bazı yayınevi ve yazarlara İngilizce birer mektup yazarak yayınlarını Barış ve Sosyalizm Sorunları dergisi, Thakurova 3 Prag adresine göndermelerini rica ettim.
AZİZ NESİN VE YALÇIN KÜÇÜK’ÜN KİTAPLARI TOMARLA GELİYOR
Örneğin Aziz Nesin’e BSS Başredaktör Yardımcısı diye uydurma bir Rus ad ve soyadı kullanarak İngilizce bir mektup yazmış ve ondan son kitabını göndermesini rica etmiştim. Mektuplarda kullandığım uydurma Rusça ad Aleksandr idi ama soyadı neydi, Sobolev miydi, yoksa başka bir şey mi, hatırlamıyorum. On-on beş gün sonra Aziz Nesin bir değil yirmi kadar kitabını BSS’nin Prag’daki adresine yolladı.
Aynı şekilde Yalçın Küçük’ün de yedi-sekiz kitabı geldi. Üniversitede ekonomi profesörü olan Eskişehirsporlu eski gol kralı Fethi Heper iki kitabını gönderdi. Bülent Ecevit’in çıkardığı Arayış dergisi, Bilim ve Sanat, Sosyal Demokrat gibi ve çoğunun adlarını şimdi hatırlamadığım birçok kitap ve dergiyi hiç para ödemeden bu şekilde Prag’a getirttim. Bu yayınları hep BSS’nin hayali başredaktör yardımcısı adına istiyordum ve eğer TKP adına isteyecek olsaydım, zaten böyle bir yetkim yoktu ve hele askeri darbe ortamında böyle bir istek yayınevi yöneticileri ya da yazarların gözünde provokatörce karşılanacağından herhalde yollamazlardı.
Üstümde kalmasın, yıldızlar yoldaşları olsun Aziz Nesin’e, Profesör Tarık Zafer Tunaya’ya, Profesör Bahri Savcı’ya, ayrıca Yalçın Küçük’e, Fethi Heper’e, Arayış, Bilim ve Sanat, Sosyal Demokrat dergisi yöneticilerine, şimdi adlarını hatırlamadığım birçok yayınevinin yazarlarına, bütün bu onurlu aydınlarımıza kırk yıl sonra çok gecikmiş olsam da, kitaplarını gönderdikleri için, TKP adına buradan şükranlarımı iletiyorum.
Ama bütün dünyada saygınlığı olan bir derginin yönetmeni adına isteyince hepsi severek dergi ya da kitaplarını yolluyorlardı. Dövizle parasını ödeyerek resmi yoldan yayın getirtmek anlaşılmaz bürokratik engellere takılırken, birkaç kuruşluk Çek pulu yapıştırılmış birer mektupla askeri cunta koşullarındaki Türkiye’den sayısız yayın getirtebildim. Bu yayınları belirli aralıklarla Prag’dan Leipzig’e sık sık yaptığım tren seferlerinde bavul içinde parti merkezinin kitaplığına taşıdım. Leipzig’deki parti merkezimiz bu yayınlarla epeyce zenginleşti.
O KIŞ TÜRKİYE’YE KOMÜNİZM GELMEDİ AMA…
12 Eylül darbesinden bir yıl önceydi galiba. Yüz yaşına merdiven dayamış üçüncü cumhurbaşkanı Celâl Bayar, “böyle giderse bu kış komünizm Türkiye’ye gelecek” demişti. Nereden varmıştı bu sonuca? Bizdeki devrimci durum var mı yok mu tartışmalarından mı, yoksa Millî Savunma Bakanının oğlu, İçişleri Bakanının kardeşi, Genelkurmay Başkanının damatlarından birinin TKP’li olduğu haberini mi almıştı bir yerlerden?
Gerçekten devleti dört bir yanından kuşatmış mıydık, her taşın altında dedikleri gibi biz mi vardık ya da “sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı” diyen daha eski bir genel kurmay başkanının sözlerinden mi kalmıştı hatırında? Kestirmek zor.
Askeri rejim hemen siyasi partilerin faaliyetlerini yasakladı. Sendikalara ve kitle örgütlerine karşı amansız bir baskı uygulamaya başladı. Parti liderleri Hamzakoy’da zorunlu ikamete tâbi tutuldu. Önce MHP yöneticileri tutuklandı. TKP’ye saldırı ise darbeden yedi ay sonra başladı. İdamlar, ilerici ve yurtseverlere karşı işkenceler, yurttaşlıktan atma girişimleri başladı. Onbinlerce yurtsever tutuklanıp ağır işkencelerden geçirildi.
BİZ CUNTANIN “ILIMLI ÖĞELER”İ VAR MI YOK MU DİYE TARTIŞIRKEN…
O kış Türkiye’ye komünizm gelmedi ama CİA’nın Türkiye istasyon şefi Paul Henze’nin “bizim çocuklar yaptı” diye nitelediği ve faşist mi değil mi diye günlerce tartıştığımız Kenan Evren cuntasının darbesi kapkara bir bulut gibi ülkemizin üzerine çöktü.
Önce MHP yöneticilerinin tutuklanması, TKP’ye doğrudan saldırının ise darbeden yedi ay sonra başlaması, parti yönetiminin değerlendirmelerinde ikircim ve yalpalamalara yol açtı. Biz cuntanın “ılımlı öğeler”i var mı yok mu diye tartışırken biraz rahim olduğunu sandığımız devletin kahhar yüzü bir kez daha bütün ağırlık ve acılığıyla sabit olacaktı.
https://www.tustav.org/yayinlar/kutuphane/TKP-kutuphanesi/plenum-raporu-agustos-1981.pdf
Darbeden sonra kardeş partileri daha yakından bilgilendirip dayanışmalarını pekiştirmek için elimden gelen çabayı gösterdim.
Prag’daki yirmi bir ayın bende kalan çok anısı vardır. Daha fazla ayrıntıya girmiyorum. Dünyanın dört bir yanından değişik yoldaşların yaşam ve mücadele deneyimlerini paylaşmak, yaşamımda sıradışı değerli bir yer tutmuştur.
1982 yılının ilk ayıydı galiba. Yine bir gün bavulumun içine Türkiye’den gelen kitap ve dergileri doldurup trenle Leipzig’in yolunu tutmuştum.
Bu kez dediler ki yoldaşlar: “Artık nöbeti değişme zamanın geldi. Zaten radyolara Prag’dan sık sık katkı yapıyorsun. Bundan sonra doğrudan Bizim Radyo’nun sorumluluğunu üstlenmeye ne dersin?”
Evet demekten başka ne diyebilirdim ki? Emir yukarıdan geliyordu. Üstelik bir de önceden fikrimi sorarak öneriyorlardı.
Benim yerime kim gelecekti? Sormayı düşündüm, ama söylenmediği için sormadım. Sanırım şubat ayının başlarıydı. 1976 yılında İstanbul’da tanıdığım ve 1 Mayıs 1977’ye kadar dokuz ay birlikte çalıştığım Hasan Erdal yoldaş bir gün Prag’a çıkageldi. Bindal yoldaştan aldığım Barış ve Sosyalizm Sorunları dergisindeki Türkiye Komünist Partisi temsilciliği görevimi yirmi bir ay sonra Hasan Erdal yoldaşa devrettim.
HEDEFE VARAMASAK DA ÖNEMLİ OLAN YOLCULUĞUN KENDİSİYDİ
Yirmi bir ay boyunca Prag’da değişik uluslardan çok sayıda yoldaş tanıdım. Her birimiz yirminci yüzyılda güneşi fethe çıkanların dünyaya serpilmiş torunlarıydık. Din farkı bilmeden, dil farkı bilmeden, sanki doğmuştuk bir anadan. Bütün insanları kardeş bilip yola koyulmuştuk. Promete gibi güneşten ateşin cevherini çalıp insanlığa dağıtmaya yeltendiğimiz için hep zalimlerin lânetine uğradık. Sisyphus gibi yine aşağıya yuvarlanacağını bilsek de her seferinde ağır kayayı sırtımızda dağın tepesine taşımaktan yılmadık. Tuttuğumuz yol, yüz akımız oldu.
Geride bıraktığım uzun yıllara bakınca, yüzümde mutlu bir gülümseme, iyi ki biz bu yolu yürüdük diyorum. Gitmeyi hedeflediğimiz yere henüz varamamış olsak da, önemli olan yolculuğun kendisiydi.
19 Kasım 2020