LENİN: “BUNLARIN TÜMÜNÜ 70 MARX BİLE KAVRAYAMAZDI”
Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesine girdiğim 1961-62 ders yılında Genel İktisat dersini TKP’li olduğunu o zaman bilmediğimiz Sadun Aren verirdi. Çoğumuz Sadun Aren’e hoca demezdik. O hepimiz için saygı duyulacak bir ağabeydi. Şimdi herkes birbirine “hocam hocam” deyip duruyor. Kırk yıllık paşalar, Atatürk ile İsmet İnönü ulusal kurtuluş savaşı sona erdikten sonra bir daha üniforma giymediler. Kendilerine paşam diye hitap edilmesinden de hiç hoşlanmazlardı. Bülent Ecevit de paşa, hoca, efendi gibi miadı dolmuş hitap tarzlarını hiç kullanmazdı.
On bir yıl önce başta FETÖ’cüler olmak üzere bütün gerici çevreler, yetmez ama evetçi sol liberaller vesayet rejimi diye yaygaralar koparıp baskıcı-otoriter bir rejimin oluşmasına adım adım katkıda bulunurlarken Cumhuriyet gazetesine yazdığım bir yazıda şöyle demiştim:
https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/su-vesayet-rejimi-dedikleri-78488
Yazıya niye böyle girdim? Çünkü on bir yıl önce yazdığım “Şu Vesayet Rejimi Dedikleri” başlıklı yukarıdaki makale, cumhuriyetin ilk yirmi yılındaki tek parti dönemine yaklaşırken bazı yoldaşlarda gördüğüm CHP’ye ilişkin toptan reddedici ve eylem birliğini engelleyici olumsuz bakışı törpülemeye belki yarar diye düşünüyorum.
Yüzüncü yıldönümümüzle ilgili ilk yazımda demiştim ki: Türkiye Komünist Partisi, ülkemizin en eski partisidir. TKP’den tam üç yıl sonra 9 Eylül 1923’de Cumhuriyet Halk Partisi kuruldu. Diyebiliriz ki Türkiyenin tarihi, esas itibariyle Cumhuriyet Halk Partisi ile Türkiye Komünist Partisi’nin ortak tarihidir. Bu acılı tarih, tek parti dönemi rejiminin TKP’ye karşı baskı, yasak ve terörü ile de iç içedir.
Kısacası, TKP’nin yüzüncü yılını kutlarken yüz yıllık cumhuriyet tarihimizi de bir ölçüde değerlendirmeye çalışıyorum.
Değerlendirmemde tek yönlü bir bakıştan olabildiğince sakınmaya çaba gösteriyorum. Cumhuriyetin ilk döneminde gericiliğe, yobazlığa, hurafelere karşı aydınlanma savaşımının ne kadar önemli olduğunu belirtiyorum. Cumhuriyetin çocukluk ve gençlik yıllarında laikliği savunmanın can alıcı önemini dile getiriyorum. Eskiden baş düşman diye nitelediğimiz karşıtlarımız, muarızlarımız arasındaki önemli farkları göz ardı etmememiz gerektiğini vurguluyorum. Bize en yakın olan güçler kimlerdir diyerek bağlaşıklıkların önemine dikkati çekiyorum. Cumhuriyet tarihini çok yönlü gerçekçi bir bakışla değerlendiremezsek, güncel savaşımda kendi gözümüze de bağ çekmiş oluruz diyorum.
YASA DIŞI VE YASAL SAVAŞIMIN BİRLİKTELİĞİ
10 Eylül 1920 tarihinde Bakü’da kurulan ve TKP’nin 15’ler diye bilinen ilk liderleri 28-29 Ocak 1921 gecesi Karadenizde hunharca katledildiler. Bu barbarlık hâlâ tam olarak aydınlığa kavuşmadı. Ağır darbeye rağmen, komünist hareket yaralarını sardı ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası olarak faaliyete geçti. Türkiye Komünist Partisi’nin yasal kolu olan bu parti 1922 yılında kapatıldı. Ardından Doktor Şefik Hüsnü Değmer’in önderliğinde kurulan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası 1925 yılında Takrir-i Sükûn kanunu ile kapatıldı. İkinci dünya savaşından sonra yine Şefik Hüsnü önderliğinde bu kez Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi adıyla kısa bir süre yasala çıkabildik. Mehmet Ali Aybar, Behice Boran ve Sadun Aren’in önderliğindeki Türkiye İşçi Partisi ile de 1960’larda on yıl son derece çetin bir mücadele verdik. Emekçiler, aydınlar arasında, kamuoyu üzerinde büyük bir etki gösterdik. 1971’de yeniden yasaklandık.
1973’den sonraki atılım dönemi dahil hep yasala çıkabilmek için her olanağı zorlayan ama yine de yıllarca yasa dışı sayılan bir TKP idik. 1987’de Türkiye İşçi Partisi ile birleşip Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) olduk. TBKP Anayasa Mahkemesince kapatılınca Sosyalist Birlik Partisi’ne dönüştük. Sadun Aren yoldaşımız Sosyalist Birlik Partisi’nin başkanı oldu.
1989’da Berlin Duvarı yıkıldı, 1991’de ne yazık ki Sovyetler Birliği çöktü. Türkiye solunda yeni çalkantı ve birleşmeler oldu. Eski yoldaşların bir bölümü Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ne girdi. Kısacası biz komünizmin üst aşamasında (Gotha Programının Eleştirisi, 1875) devletin yavaş yavaş sönümleneceğini, bir çiçek gibi solup gideceğini umarken, ne yazık ki partimiz mum gibi eriyip gitti. Niye böyle oldu, otuz yıldır hâlâ tartışıyoruz.
YETMİŞ MARX BİLE KAVRAYAMAZDI
Sovyetler Birliği henüz çökmeden Sadun Aren’in çıkardığı Marksizm ve Gelecek dergisindeki Zamanın Ruhuna Uygun Bir Paradigma başlıklı yazımda şöyle demiştim:
“Yakın dönemlere kadar Marksizm konusunda yazılmış el kitaplarının başında, Lenin’den cımbızla çekip çıkarılmış şöyle bir alıntı yer alırdı: Nesnel gerçekten uzaklaşmadıkça, burjuva gericiliğin tuzağına düşmedikçe, tek bir parça çelikten dökülmüş Marksist felsefeden bir ana öncülü, bir aslî parçayı bile dışlayıp atamazsınız.” (Lenin, Materyalizm ve Ampriokritisizm, Toplu Yapıtlar, Cilt 14, s. 326)
“Zamanında Marksizmin bütünlüğünü savunmak için Lenin’in kullandığı bazı cümleler, daha sonra tarihsel bağlamından soyutlanıp, üstelik Lenin’in başka söylediklerinden koparılarak değişik düşünceyi kaynağında durdurma amacıyla kullanılmıştır… Oysa Lenin’in Marx’a yaklaşımı doğmatik değildir. [Sovyet] ders kitaplarının başındaki deminki alıntıdan bir sayfa önce Lenin yalnızca kapitalist dünya ekonomisindeki değişikliklere değinirken, bunların tümünü 70 tane Marx bile kavrayamazdı diye yazma ataklığını gösteren kişiydi. Hem de Marx’ın ölümünün üzerinden henüz yirmi beş yıl geçmişken…” (Marksizm ve Gelecek dergisi, Kış 1990)
Şimdi TKP’mizin yüzüncü yıldönümünü konuşuyor, tartışıyor, elbirliğiyle kutluyoruz. Marx’ın ölüm yılı 1883. Lenin’in söz konusu kitabı ise 1908… Sadece 25 yıl sonra koca Lenin nasıl bizim kutsalımız Marx’dan böyle söz etme cür’etini kendinde bulabilmişti? Nasıl olur da 75 tane Marx bile bırakın başka alanları, sadece ekonomide olup bitenleri bile kavrayamazdı? Demezler mi adama, vay revizyonist, vay dönek vay!… Bu sözleri söyleyen Lenin’e dönek deme cesaretini kendinde bulan kimse oldu mu, bilmiyorum. Diyenler olmuştur mutlaka.
İNSAN DERİSİYLE KAPLI ANAYASA
Biliyoruz ki, insanlık tarihinde gördüğümüz her güzel şey, çetin savaşımların ürünüdür. Tıpkı Paris’te Karnavale Müzesindeki insan derisiyle kaplı anayasa gibi… Kendi acılı tarihimize de günümüzün görme üstünlüğüyle bakmayalım. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi gibi çetin mücadelelerle söke söke elde ettiğimiz haklarımızı hangi ortamlarda kazandığımızı hatırda tutalım.
Örneğin, Marx’ın zamanında İngiltere’de genel oy hakkı yoktu. 19. yüzyılda Britanya yurttaşları arasında yalnızca orta sınıf mülk sahibi erkeklerin oy hakkı vardı. Kadınların oy hakkı hiç yoktu.
Seçme hakkını kazanabilmek için Suffragette’lerin bombalı mücadelesi dahil 1928 yılında kadınlar da erkekler gibi oy hakkına kavuştu. 1948 yılında büyük mülk sahipleri ile üniversite mezunlarının birden çok oy hakkına sahip olma ayrıcalığı kaldırıldı ve ancak 1950 yılındaki genel seçimler Britanya tarihinde ilk genel oya dayalı demokratik seçim oldu.
1819’da Manchester’de savunmasız işçilerin 60 bin kişilik gösterisine polis saldırdı. 15 kişi öldü, 600 kişi yaralandı. 1889’da Trafalgar Alanı’nda emekçilerin gösterisi kanla bastırıldı. Yüz yıllar süren çetin savaşımlar sonucu toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkı İngiltere’de yasalarca tanınabildi. Seçmen olabilmek için belirli bir mülk sahibi olma kuralı kaldırılabildi.
Charles Dickens’in romanları okunmadan Marx ve onun dönemi yeterince anlaşılabilir mi? Aynı şekilde açlık, trahom, sıtma, bulaşıcı hastalıklar, her türlü yobazlık ve hurafeye karşı mücadeleyi göz ardı ederek, cumhuriyetimizin erken dönemini örneğin Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Falih Rıfkı Atay’ı okumadan sağlıklı olarak değerlendirebilir miyiz?
Ülkemizin son elli-altmış yılını ister istemez doğrudan kendi gözlemlerimle birlikte anlatıyorum.
Duvarları Bayar-Menderes rejiminin kurşun delikleriyle dolu Mülkiye direnişinin üzerinden tam altmış yıl geçti. Şimdi ise partimizin yüzüncü yılı. Ben 1970’de TKP’ye girdiğime göre, demek ki yarım yüzyıl olmuş. Yine yarım yüzyıl önceki 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişini hatırlıyorum. Geliyoruz zincirleri kıra kıra hey! Hiç unutabilir miyiz şanlı marşımızı, tarihsel türkümüzü? Dinliyoruz:
https://www.youtube.com/watch?v=5ITJoifh6xI
https://www.youtube.com/watch?v=XMiZpMFYVfM
https://www.youtube.com/watch?v=LtA-_pbUd2k
https://www.youtube.com/watch?v=_EIvXCWnzzQ
Demek ki, iki kere yirmi beş yıldan ediyor toplam elli yıl, yani yarım yüzyıl.
Marx’ın ölümünden bu yana ise tam 137 yıl geçti. Varın hesaplayın kaç kere yirmi beş yıl. Kimimiz hâlâ revizyonist ya da dönek diyerek o iğnelerici dili kullanmaktan bir türlü vazgeçemiyoruz. Karşımızdaki insanlara hakaret etmekten başka neye yarıyor bu kavgacı dil?
KİMDİ BU REVİZYONİST, OPORTÜNİST VE DÖNEKLER?
Bundan 33 yıl önce, TKP’nin merkez organı ATILIM gazetesinin 12 Kasım 1987 tarihli sayısında Doğmatizmden Silkinmek başlıklı Mehmet Ergül imzasıyla bir yazı yazmıştım.
“Doğmatizmin temel bir yanılgısı da, klâsiklerin mutlaka ve her zaman doğru olduğu gibi kör bir inanca saplanmasıdır. Marx ve Engels de, Lenin de sık sık belirttiler: Bu yanını eksik gördük, o zaman şu yanını yeterince göremedik, elde yeterli bilgi yoktu, henüz bütün öğeleri, kanıtları ortaya çıkmamıştı, tarihsel durum o zaman başkaydı, şimdi şurasını değiştiriyoruz, burasını atıyoruz, tamamlıyoruz dediler. Demedikleri durumda da görebiliriz ki, onların kavramları, kategorileri yaşamın gidişi içinde belirdi, oluştu, gelişti, değişti. Klâsiklerin yapıtlarına, hele yapıtlarının taslaklarına, elyazmalarına bakarsak, okudukları kitapların kenarlarına düştükleri notları incelersek, zihinlerinin nasıl çalıştığı konusunda bazı önemli ipuçları elde edebiliriz. Buralarda ince zihinsel çatışmalar, arayışlar, kuşkular, git-geller, yönelimler, yeğlemeler, ikircimler, seçmeler, sonra vazgeçişler, yeniden karar verişler ve düşünen bir zihnin buna benzer çeşitli özelliklerine rastlayabiliriz.”
“Demek ki, muarızlarıyla (karşıtlarıyla) polemikleri içinde ele alırsak, klâsiklerin her düşüncesi doğru, ötekilerin her dediği yanlıştır sonucuna varmak uygun olmaz. Doğmalara yatkın zihinler, bütün gerçeği klâsiklere mal ederken, onların muarızlarını tümüyle ve kolayca dışlama eğilimi içine girebiliyor. Biliyoruz ve kestirebiliriz ki, klâsiklerin karşıtları üstün yetenekli insanlardı, hattâ bazıları büyük birer dehaydı. Oysa Proudhon, Bakunin, Lassalle, Kropotkin, Plekhanov, Kautsky, budala denemese bile, çokçası sıradan birer insan gibi tanıtılabiliyor. Böyle bir sunuş, Lenin’in tarihsel çizgisini de bütünüyle yansıtmıyor, çarpıtıyor. Lenin’e göre Plekhanov, daha sonra ne olursa olsun, ‘Rus Marksizminin babası’dır, Kautsky Marksizmin bir dehasıdır.”
“Marx’ın zamanında enformasyon elli yılda iki kat artıyordu. Şimdi var olan bilgi düzeyi yirmi ayda iki katına çıkıyor.” [Not: Bu yazıyı yazdığım tarih 1987. Yani 33 yıl öncesi. Şimdi dijital çağın hızına ayak uydurabilmek mümkün mü?]
“Bu durumda düşünce üreten kurumların, üniversitelerin, sosyal bilim enstitülerinin, araştırma merkezlerinin önemi muazzam ölçülerde artıyor. Tarihî, felsefî, sosyolojik temellere dayanmayan, bilimsel araştırmalar üzerinde yükselmeyen politikalar, gerçeği kucaklamaktan ister istemez hep uzak kalıyor.”
ENTELLEKTÜEL PROLETARYA
“Oluşmakta, gelişmekte olan çelişkileri belirleyebilmek, zamanında bunların üstesinden gelebilmek, günümüzde Marksist aydınların toplu çabasını gerektiriyor. Deyim uygunsa “entellektüel proletarya” olanaklarının farkına yeterince vardığında, ülkemizde motor bir güç olabilir.”
“Sanatla iç içe yaşamadan, edebiyatla birlikte soluk almadan ne insanı anlayabiliriz, ne de toplumsal ilişkileri. Engels’in şu sözlerini hatırlıyoruz: ‘Balzac’ın yapıtlarının ekonomik ayrıntılarından, o dönemin bütün profesyonel tarihçi, iktisatçı ve istatistikçilerinin yazdığından daha fazlasını öğrendim.’
“Her tarihsel durumun kendine özgü bir iç mantığı, ilişkiler sistemi, kavram ve kategorileri vardır. Bir tarihsel durumdan başka bir tarihsel duruma geçildiğinde bu iç mantıkta, bütün bir ilişkiler sisteminde, kavram ve kategorilerde köklü değişiklikler olur. Bunların bir bölümü, bazen tamamı atılır, olumsuzlanır, bazıları yeni biçimlerde sürer, değişir, gelişir.”
“Hareketimizin kaynağındaki ülkülerin hepsine sadığız. Doğmatizme, biçimciliğe, kalıpçılığa sadakat ise, Marksizme yabancı olmak demektir. Silkinmeye çalıştığımız şey, reddettiğimiz miras doğmatizmin ta kendisidir. (Atılım, 12 Kasım 1987)
Çok yıllar geçti. Aramızda en hızlı olan kimileri şimdi bambaşka sularda kulaç atıyor. Onlara asla dönek demiyorum. Ama ben yaşlı dinozor yukarıda belirttiğim görüşlerimi hâlâ koruyorum.
Gelecek yazımda kırk yıl önce bizde çok sözü edilen ve saflarımızda büyük hasar ve tahribat yaratan revizyonist, oportünist, likidatör ve dönekler konusuna kısaca değineceğim. Bu saldırgan dilin hareketimize nasıl zarar verdiği üzerinde kısaca duracağım.