Margeret Thatcher 1979’da iktidara gelip, uğursuz neoliberal politikalarını hayata geçirip, dünyanın başına da bela ettikten sonra, ne kendi ülkesini, ne de uygulama alanı bulduğu hiç bir ülkeyi ihya etmedi. Tarihe göndermelerle milliyetçiliği okşayan, kamu harcamalarına sıkı denetim adı altında gözünü kazanılmış sosyal hakların tırpanlanmasana dikmiş, özelleştirmeyle, kamuya ait her şeyi bir avuç kapitaliste peşkeş çekip onların daha da semirmesini sağlayan popülist bu sağ anlayış, sonuç olarak zengini daha zengin, yoksulu da daha yoksul yapmaktan öteye bir şey getirmedi.
İşte bu seçimler Britanya’da, buna devam veya dur deme seçimleriydi. Boris Jonson ile en uç noktada ifadesini bulan Thatcherizm, yabancı düşmanlığı, milliyetçilikle Brexit rüzgarını da arkasına alıp, tarihi bir zafer elde etti.
Brexit, halk oylamasında burun farkıyla geçtikten sonra sancılı bir süreç başladı. Özellikle Kuzey İrlanda sorunu ve genel anlamda “boşanma”nın şartları konusunda sayısız görüşmelerden bir sonuca ulaşılamıyordu Avrupa Birliğiyle. Muhafazakarlar kendi içinde de bölünmüştü. Gündemlerinde, Hard Brexit (anlaşmadan, kapıyı çarpıp ayrılma) olan “Avrupa Araştırma Grubu” adlı parti içindeki aşırı sağ grubun desteğiyle, meşreplerine en uygun lider olan Boris Johnson’u parti liderliğine taşıdılar ve ılımlıları da tasfiye sürecine girdiler. Artık temel gündem maddeleri, Brexiti sonuçlandırmaydı ve bu hedefle erken genel seçim kararı aldılar.
Tony Balir’le sosyal demokrat özü boşaltılmış, merkezin sağına kaydırılmış İşçi Partisi, çeşitli arayışlardan sonra, sendikaların ve partinin sol kanadının desteğiyle sosyalizme yakın Jeremy Corbyn’in liderliğinde, ülkenin geleceği için politikalar oluşturmaya başladı. Fakat İşçi Partisi genel olarak buna ne derece hazırdı, bu büyük bir soru işaretiydi. Çünkü İşçi partililerin sağ kanadında yer alanlar, durumdan hiç de hoşnut değillerdi ve bunu da gizleme gereği duymuyorlardı. Ne yazık ki, İşçi Partisi içinde, yabancı düşmanlığı ve Avrupa Birliğinden ayrılma yanlıları, azımsanmayacak kadar büyük bir kitleyi oluşturuyordu. Ne yazık ki, bunların içinde, geleneksel Parti tabanı olan işçiler ağırlıktaydı.
Sonuç olarak bir ülkenin hükümetinin belirleneceği seçim olsa da, Büyük Britanya seçimleri, bunun çok ötesinde derin anlamlar taşıyordu. Öncelikle, Avrupa Birliği’nin geleceğini temelden sarsacak bir etkisi olacaktı seçim sonuçlarının. Daha da önemlisi, 1945’de İşçi Partisinin iktidara gelmesiyle oluşan ve diğer Avrupa ülkerini de etkisine alan Sosyal Devlet anlayışı veya 1979 yılında Teatcher ile yürürlüğe girip, dünyaya yayılan neoliberalizm gibi, bu seçimler de, dünyada yaygınlaşan popülist faşizan sağ yükselişin devamı veya dur demenin seçimiydi.
İşçi Partisi, tarihinin en sol manifestolarından biriyle start verdi seçim çalışmalarına. “For the Many, Not For Few” (Küçük bir azınlık için değil, büyük çoğunluk için) temel sloganıyla şu temel vaadlerde bulunuyordu:
1- Demiryolları, su ve elektrik dağıtımı ve internet servis sağlayıcılığı kamulaştırılacaktı
2- Çökme noktasına gelen Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) yeniden düzenlenmesi, gerekli mali
kaynaklar yaratılarak, tüm branşlarda hızlı, kaliteli, ücretsiz hizmetin sağlanması.
3- Ülkedeki evsizlik sorununa kalıcı çözüm sağlamak ve evsiz kimseyi bırakmamak.
4- Üniversite öğrenim harçlarını kaldırıp, ücretsiz hale getirmek. (Şimdi ortalama, yıllık, 9 bin 250
Pound civarında)
5- Çevre duyarlılığı olan yeşil enerjiye geçişi sağlamak, 2040 yılına kadar 0 karbon salınımı
hedefine ulaşmak için programlar uygulamak ve çevre kirliliği yaratanlara ek vergilerle
caydırıcı tedbirler almak
6- internete ulaşımı tüm işyerleri, hane ve kişilere ücretsiz hale getirmek
7- Ve en önemlisi, büyük kapitalistlerin, gelirlerine göre vergileri arttırılarak, daha adil bir gelir
dağılımını sağlamak.
Bunların hepsi değil, bir kaçı bile “Tory Parti” ve arkasındaki finans kapital, azgın sermaye ve kontrollerindeki basın yayın organlarını çıldırtmaya yetecek vaadlerdi. Lümpenlerin okuduğu, basit dilli bulvar gazeteleri başta, tüm basınlarıyla saldırıya geçtiler. Jeremy Corbyn’i kişisel olarak hedef alan, belden aşağı yayınlar başlatıldı. Corbyn’in Stalinci olduğu, zamanında I.R.A’yı desteklediği, iflah olmaz bir komünist olduğu ve ülkeye komünizmi getirmeye çalıştığı işlendi haftalarca. Corbyn’in kazanması durumunda, ülkenin hali diye cehennem karikatürleri çizildi. Ekonomik fırsatlar, muhaliflere karşı bir sopa, yandaşlara karşı bir ödül olarak uygulandı. (Bütün ülkelerde sağın çalışma prensipleri ne kadar da benzeşiyor! Belki Türkiye gibi ülkelerde bu çok daha bariz ama İngiltere gibi köklü devletlerde de bu işler alttan, fazla ifşa edilmeden yürüyor!)
Evet daha önceki seçimlerde de basının, sermayenin tavırları, yönelimleri belliydi, ama bu seçimler, anlamı itibarıyla çok daha farklıydı.
1979 Thatcher’li yıllardan sonra, 1997’de Tony Blair’in 10 yıl sürecek iktdirarı dışında Muhafazakar Parti sürekli iktidardaydı. Dolayısıyla, topluma verecek fazla mesajı, vaadi de yoktu. Tamamen Brexit’e odaklı ve İşçi Partisinin vaadlerine saldırıp, yabancı düşmanlığı ve milliyetçilikle fetişleştirilmiş, “ülke elden gidecek” korkusuyla toplumu domine etmeye çalıştı seçim çalışmaları boyunca. Ne yazık ki dünya, popülist, faşizan sağ söylemlerin iklimine girmiş durumda. ABD’de Trump, Rusya’da Putin…. Brezilya, Hindistan, İtalya, Türkiye, Macaristan, Avusturya, Yunanistan…. ve Avrupa’nın bir çok ülkesinde de gelişen ırkçı bir sağ dalga, taban bulan bir iklimi işaret ediyor. Bu koşullarda zafer kazandı şarlatan Johnson’un Muhafazakar Partisi. Kapitalizm, önceki krizlerini 2 dünya savaşı çıkararak aşmaya çalıştı. Şimdi 3. bir dünya savaşını göze alamıyor gibi görünüyor. 2008’de başlayıp, hâlâ aşılamayan ve hatta derinleşerek devam eden krizi, kapitalizm, yine milliyetçi, faşizan bir dalgayla aşmaya çalışıyor. Ama bu şekilde aşamayacağı ortada. Belki milliyetçilik uyuşturucu ve rahatlatıcı “hapı” bir süreliğine acılarını giderecek, bir uyuşma sağlayacak, ama dipte büyük bir öfkeyi ve muhalefeti besleyecek.
Dünyada genel anlamda böyle bir sağ dalga olsa da, Latin Amerika’da, Kuzey Afrika’da ve sağ dalganın hakim olduğu ülkeler dahil, dipten eşitlikçi, çevreci, hoşnutsuz bir muhalefet yükseliyor. Bu da umudu besleyen önemli bir gelişme.
40 yıldır dünyada bir çok ülkeyi kıskacında perişan eden Neo-Liberalizmin toplumlara sefalet, anti demokratizm dışında vereceği bir şey yok. Kıstığı özgürlükler ve yarattığı eknonomik sefalet koşulları, dipte kaçınılmaz olarak bir karşı duruş, bir muhalefet geliştirecektir. Bütün sorun, solun yeni koşullarda bu muhalefeti ne derece kucaklayıp, yönlendirme kapasitesine sahip politikalar üretip üretemeyeceği, ne derece hazır olduğu veya ne tür hazırlıklar yaptığı sorunu.
Seçim sonuçlarının kesinleşmesinden sonra, sosyal medyada yayınlanmandan bir kaç mesajı yazmamak, umut adına eksiklik olur.
Lucy Gittings: “Belki Boris kazandı seçimleri. Ama sen, (Corbyn), gönülleri kazandın. Özellikle bizim, Liverpool’da olanları. Tarihin en iyi politikacısı olarak kayıtlara geçtin. Teşekkürler yaptıkların için”
Travis Christian: “Senin adına kampanya yürüttüğüm için gururluyum. Şaşkınlık içindeyim ki, bir çok insan, kalpsiz bir parti için oy kullandı.
Julie Lewis: “Sen gerçek bir liderdin. Sen gençlerin, geleceğin lideriydin. Parti başkanlığından ayrılacağın için çok üzgünüm. Sen gençlerin, benim de yaş grubumun sözcüsü oldun. Sen gönüllerin politikacısı olarak ülkemiz için en iyisini yapmaya çalıştın. Özür dileyeceğin hiç bir şey yapmadın. Daha iyi, daha yaşanılır bir UK için çalışmaya devam edeceğiz.