Giriş
Karl Marx ve demokrasi gibi iki kavram çifti, ilk bakışta göze tuhaf gelebilir. Fakat Marx’ın ilk dönem metinleri olan Yahudi Sorunu (1844) ve Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisinde (1844), ‘demokrasi’ kavramından söz edilir. Marx kapitalizmin yarattığı ‘yabancılaşmadan kurtuluşu ‘demokrasiye bağlar. Çünkü ‘demokrasi’, eşitlik kavramı temelinde ele alınır. Marx’ın demokrasi tanımlaması, dönemindeki demokrasi kuramlarından çok daha farklı bir anlama sahiptir. Burjuva temsili demokrasisinin bireysel özgürlük düşüncesine yönelik güçlü bir eleştiri içerir. Bu yüzden demokrasinin gerçekleşmesi için gerekli olan mevcut siyasi –liberal kurumların[1]değiştirilmesi ve farklı versiyonların – sivil toplum, haklar- yerine getirilmesi değil, bütüncül olarak kurumsal bir değişimdir. “1843’te ortaya çıkmaya başlayan şey demokratikleştirmenin işte bu diğer/daha geniş anlamıydı ve Marx’ın sonraki eserlerinde ifadesini bulacak olan da buydu” (Thomas, 2010: 45). Bütüncül-saydam bir toplumsal aşama olarak komünist aşama demokrasinin bu geniş anlamını karakterize eden birçok özelliğe sahiptir.
Marx ve Engels tarafından 1848 yılında yazılan Komünist Manifestoda ‘tarihsel materyalist’ yöntemden hareket edilir. Komünizm düşüncesi tarihsel materyalist yöntemin bir sonucu olarak, Komünist Manifesto kitabında ortaya atılır. Tarihsel materyalizm Alman İdeolojisi (1845) kitabından itibaren sistematize edilmeye çalışılan fakat bilimsel bir yöntem olarak Komünist Manifesto’ da ortaya çıkan bir yaklaşımdır. Komünizm aşaması ‘yabancılaşmadan kurtuluşu sağlayacak eşitlikçi bir düzen olarak düşünülebilir. Liberal politiğin yabancılaşmadan arındırılması, Marx’ın Manifestoda değindiği ‘muazzam çoğunluğun’ yönetiminin ötesine geçen demokratik içerimlere sahiptir (Thomas, 2010: 47). Bu açıdan, Marx’ın demokrasisi ile komünizm düşüncesi arasında ‘ekonomik ve siyasal olan ayrımın ortadan kaldırılması’ bakımından bir sürekliliğin olduğunu söylemek mümkündür.
Marx’ın 1871 yılında kaleme aldığı Fransa’da İç Savaş eserinde Paris Komününe yönelik açıklamaları doğrudan demokrasiye uygun özellikler taşır. Marx’ın demokrasiye yönelik olumsuz bir bakış açısına sahip olduğunu söylemek zordur. Onun demokrasiden anladığı şey ekonomi ve siyasalın homojenize edilip, toplumun sınıfsal karakterinin ortadan kaldırılmasıdır. Sınıfsal eşitsizliklerin homojenize edilmesi, aynı zamanda, devlet aygıtının ortadan kaldırılması ve işlevsizleştirilmesi anlamlarını da içerisinde barındırır. Marx’ın düşüncesindeki demokrasi imgesi, burjuva devlet yönetiminin anayasal haklar ve özgürlükler temelinde ortaya koyduğu mekanizmadan uzaktır. Bu bağlamda Marx’ın yabancılaşmadan kurtuluş ve ekonomi ve siyasalın homojenize edilmesi düşüncesi ‘demokrasi’, komünizm ve Paris Komününe yönelik açıklamalarında bir süreklilik arz etmektedir. Burada ‘emeğin’ siyasal bir sözleşme düzleminde ele alınması ‘işçinin’ siyasal olandan uzaklaşmasının da bir ifadesidir. Bu da yabancılaşmanın çoklu kategorilerde işleyen bir dinamizme sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Özellikle son dönem Marksistlerinden Antonio Negri’nin ‘mutlak demokrasi’ tanımı tam da yukarıda ifade edilen açıklamalar çerçevesinde Marx’ın ‘demokrasi’ ve ‘komünizm’ fikrine uyar. Negri’ye göre demokrasi herkes için herkesin yönetimini ön plana çıkarır (Negri, 2006: 25). ‘Herkes için herkesin yönetimi’ ‘komünist toplumsal’ safhaya göndermede bulunmaktadır.
Bu çalışmada, Marx’ın ‘demokrasi’ kavramı ile Paris Komünü üzerine yaptığı açıklamalarının paralellik arz ettiğine dikkat çekilecektir. Diğer yandan onun demokrasi açıklamaları ile ‘komünizm’ düşüncesi arasında da bir sürekliliğin olup olmadığı incelenecektir. İlk olarak Marx’ın kapitalizme yönelik genel bir çözümlemesi ortaya koyulacaktır. İkinci olarak demokrasi kavramının Marx tarafından nasıl ele alındığı tartışılacaktır. Son olarak, Marx’ın Paris Komünü düşüncesinin, doğrudan demokrasiyi imlediğine vurgu yapılacaktır. Bu bağlamda, doğrudan demokrasi ile komünizmin Marx’ın yaklaşımında ilişkisel özelliklere sahip olduğu gösterilmeye çalışılacaktır.
- Demokrasi ve Toplumsal Özgürlük
Karl Marx, ‘toplumsal özgürlük’ kavramını ‘maddi eşitlik’ ilkesinden hareketle irdeler. Sermayenin yaratmış olduğu sömürü düzeninde eşitlik sağlanmadan özgürlüğün anlamsız olacağı düşünülür. Çünkü ‘özgürlüğe’ giden yolda ‘eşitlik’ temel momenttir. Her şeyden önce eşitlik, bir çokluk ya da çoğunluk grubuna göndermede bulunur. Farklı insanlar arasında ilişki kuran eşitlik, ‘farkın’ bir sonucudur. Marx farklı sınıflar arasında ‘eşitlik’ tesis edilmedikçe, özgürlüğün anlamsız olacağına vurgu yapar. Dolayısıyla her birey diğer bir bireyle eşit durumda olmalıdır ki özgür hareket alanlarına sahip olabilsinler. Bu bağlamda Marx özgürlük kavramının temeline ‘eşitliği’ koyar. Özgürlükten bahsedebilmek için, insanlar arası maddi eşitsizliklerin kaldırılması gerekir (Marx, 2014: 70). Marx’a göre insanlar arası ‘maddi eşitsizliklerin’ kaldırılması yoluyla ya da ekonomik homojenliğin tesis edilmesiyle özgürlük mümkün olabilir.
Marx kapitalist dünyada özgürlüğün temel çelişkilerini saptamaya çalışır. Marx’a göre kapitalist dünyanın liberal teorisyenleri, kişisel saygınlık ile değişim değeri arasında indirgemeci bir işlev üstlenmiş, kazanılmış birçok özgürlüğün yerine vicdansız ticaret özgürlüğünü koymuştur (Marx – Engels, 2012: 25)”. Ticaret özgürlüğü, belli sermayeye sahip olan kişiler için geçerli bir durum olduğu için, “vicdan ve din özgürlüğü, bilgi alanlarında serbest rekabetin egemenlik ifadesinden başka bir şey değildir (Marx – Engels, 2012: 49)”. Bu yüzden, kapitalist toplumda özgürlük, ‘bireysel özgürlük’ ilkesinden hareketle, ‘siyasal alana içkin’ bir şeymiş gibi tarif edilir. Bu durumu Marx Yahudi Sorunu (1997) isimli eserinde ‘siyasal özgürlük’ kavramının bir eleştirisini yaparak söz konusu kavramın üstesinden gelmeye çalışır.
Marx Yahudi halkının siyasal özgürleşmesinin, özgürleşmelerinin bir anahtarından ziyade devletin Yahudilikten özgürleştirilmesi anlamına geldiğini (Schecter, 2015: 48) ve Yahudilerin ‘siyasal özgürlük’ idealleriyle neden özgür olamayacaklarını ele alır. Bu yüzden Marx ‘siyasal özgürlük’ ile ‘insani özgürlük’ arasında bir ayrım yaparak, siyasal özgürlüğün insanı özgürleştirmekte yeterli olamayacağını Yahudi özgürlüğünden hareketle analiz etmeye çalışır. Marx’a göre sorun dinin devletle olan ilişkisinde, dinsel bağ ve politik özgürleşme arasındaki çelişkilerdir (Marx, 1997: 8). Çünkü devlet bir din ile kendini tanımladığı andan itibaren o dinin değer yargıları dışına çıkamaz. Bu yüzden Hıristiyan bir devletin Yahudilere siyasal özgürlük vermeye çalışmasını Marx, bir çelişki olarak saptar. Marx’a göre Yahudi’nin, Hıristiyan’ın ve “genel olarak dinsel insanın politik özgürleşmesi, devletin Yahudilikten, Hıristiyanlıktan ve genel olarak dinden özgürleşmesini (Marx, 1997: 15)” gerektirir. Bu yüzden demokratik devlet, kendi politik varlığını tamamlamak için dine ihtiyaç duymaz (Marx, 1997: 23). Dini özgürleşme istemleri eşitsiz sermeye ilişkilerinin yaratmış olduğu bir yanılsamadır. Çünkü toplumdaki iktidar ilişkilerinin sürekli olarak dönüştürüldüğü, düzenlendiği ve yeniden üretildiği göz önüne alındığında, siyasal özgürlüğün insani özgürlük olmadığı sonucu çıkar. Bu yüzden Marx siyasal özgürleşmeyi hukukun, mülkiyetin ve insan haklarının fetiştirilmesi dâhilinde yeni türden bir dinselliğin ortaya çıkmasından başka bir şey olmadığını ileri sürer (Schecter, 2015: 49).
Örneğin Hıristiyan bir devletin Yahudi halkına özgürlük tanımasının kendi içerisindeki çelişkileri ile burjuva sınıfına ait bir devletin işçi sınıfına özgürlük tanımasının yarattığı çelişkilerin, son kertede aynı sonuçları doğuracağına dikkat çeker. Çünkü Marx’a göre modern devlet bir burjuva devletidir ve burjuva devletinin ortaya çıkışı da şu sözlerle açıklanır:
Özel mülk sahipleri vergi yoluyla zamanla modern devleti ele geçirmişlerdir ve devlet, devlet borçları sistemi yüzünden hepten mülke sahiplerinin ellerine düşmüştür ve devletin varlığı, borsada devlet tahvillerinin yükselip düşmesi oyunu ile özel mülk sahiplerinin, yani burjuvaların kendisine verdikleri ticaret kredisine bağlıdır. Burjuvazi, artık bir zümre değil, bir sınıf halini alması açısından yöresel değil, ulusal bir örgütlenme içine girmeli ve ortak çıkarlarına evrensel görünüm vermek zorundadır. Özel mülkiyetin, ortaklaşa mülkiyetten kurtulmasıyla, devlet, sivil toplumun yanında ama dışında özel bir varlık kazanmıştır. Fakat bu devlet, burjuvaların dışarıda olduğu kadar içeride de mülkiyetlerini ve çıkarlarını güvence altına almayı amaçlayan, zorunluluk yüzünden kendilerine seçtikleri örgütlenme biçiminden başka bir şey değildir (Marx, 2011: 68-69).
Paragrafa göre siyasal özgürlük olarak burjuva demokrasisi kendi sınırları dâhilinde özgürlükler yaratır. Bu yüzden de mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla meydana gelecek eşitlikçi toplum modelindeki ‘toplumsal özgürlük’ ilkesi modern devlet tarafından engellenir. Bu bağlamda Marx, mülkiyet ve mübadeleyle ilişkili olan ekonomik çıkarların, gerçekten meşru bir demokratik yönetimde siyasal çıkarlardan ve topluluk çıkarlarından ayrı olamayacağını görmeye çalışır (Schecter, 2015: 53). Marx’ın bu bakış açısı ‘toplumsal özgürlüğün temel çıkış noktasıdır.
Modern burjuva devletinin ‘bireysel özgürlük’ ilkesi, kendi içerisindeki ‘maddi eşitsizlikleri’ göz ardı eden ‘biçimsel eşitlik’ ilkesi üzerinden telakki edilir. Marx’a göre, bireysel özgürlük ve biçimsel eşitlik ilkeleri, insanların ‘mülkiyet’ terimiyle ifade edilen toplumsal ilişkiden özgürleşmemiş olduğunu gözler önüne serer (Schecter, 2015: 50). Burjuva toplumunda var olan bu durum, ‘siyasi özgürlük’ temelinde yeniden düzenlenerek gizlenir ve bu durum camera obcura’nın bir sonucudur. Bundan kurtuluş içinse ilk temel koşul kendini-bilmedir (Marx, 2012A: 30)”. ‘İnsani özgürleşme’ yolunda kendini-bilme ilk koşuldur. Marx’ın daha geniş bir ifadesiyle:
Gerçek, bireysel insan (…) özel işinde ve özel durumunda cinsil-varlık olursa, ne zaman insan ‘forces propres’unu toplumsal güçler olarak tanır ve örgütler ve böylece toplumsal gücün kendisinden politik güç biçiminde ayırmazsa, işte ancak o zaman insani özgürleşme tamamlanmış demektir (Marx, 1997: 42).
Marx’ın burada öne sürmüş olduğu argüman, geniş anlamda, insani açıdan özgürleşmiş bir toplumda, özel mülkiyetin yerini ortak mülkiyetin alacağı ve yabancılaşmış siyasal iktidarın da artık var olamayacağı şeklinde ele alınabilir (Schecter, 2015: 53). Marx için temel problem, ekonomik eşitsizlik sonucunda oluşan burjuva ve proletarya arasındaki sınıfsal ayrımların siyasal açıdan da yabancılaşmaya neden olduğudur. Çünkü devletin varlığı kişinin kendi varoluşsal gücünün önüne siyasal gücü koyarak, kişinin toplumsal güç biriktirmesini elinden alıp onu yabancılaştırır (Savran, 1987: 37). Dolayısıyla Marx, eşit yurttaşların bulunduğu toplumsal sınıflar arasındaki aleni eşitsizliği çözmenin anahtarının komünizmden geçtiğine inanır. Bu bağlamda Marx’ın insani özgürleşme ilkesi, ekonomik sömürüden özgürleşmek ve bunun bir sonucu olarak siyasal ve toplumsal ayrımın ortadan kaldırılmasına göndermede bulunur.
Marx Yahudi Sorunu kitabında, teolog Bruno Bauer’i, Yahudileri kendileri için özel bir siyasal özgürlük istemekle eleştirir (Aktürk, 2011: 226). Tarihsel olarak Yahudilerin dışlanan bir toplum olduğu göz önüne aldığında, Hıristiyan bir devlette Yahudilerin eşitsizlikçi bir durumda olduğunu söylemek mümkündür. Marx’a göre Yahudi ve Hıristiyan arasındaki çelişkinin çözümü siyasal özgürlükten geçmez. Marx için siyasal özgürlük dinsel eşitlik getirmez aksine, sivil toplumda dinin daha da güçleneceğini ifade eder. Çünkü siyasal özgürlük, Yahudileri devlete karşı özgür kılmaz, bilakis dinin özgürleşme yoluyla kök salacağına ve asıl sorun olan ekonomik eşitsizliklerin üstünün örtüleceğine dikkat çeker:
Yahudi’nin, Hıristiyan’ın ve genel olarak dinsel insanın politik özgürleşmesi, devletin Yahudilikten, Hıristiyanlıktan ve genel olarak dinden özgürleşmesidir. Devlet, dinden, devlet olarak kendi biçiminde, kendi özüne uygun tarzda, devlet dininden özgürleşerek özgürleşebilir. Bu, devletin devlet olarak hiçbir dini tanımaması ama her şeyden önce kendini devlet olarak tanıması demektir. Dinden politik özgürleşme sonlandırılmış, çelişkisiz bir dinsel özgürleşme değildir, çünkü, politik özgürleşme insani özgürleşmenin sonlandırılmış, çelişkisiz bir biçimi değildir (Marx, 1997: 15).
Marx politik özgürlükler tanımakla insanın özgür olamayacağını, seçimlerde sermayenin oy kullanmadaki ayrıcalığının ortadan kaldırılmasına benzetir. Dolayısıyla politik tarzda özel mülkiyetin kaldırılması, özel mülkiyetin yaratmış olduğu eşitsizlikleri ortadan kaldırmaz. Burada seçimlerde özel mülkiyetin kaldırılması aslında mülkiyetin var olduğu ön varsayımına dayanır. Çünkü insanların her birinin, onlara oy kullanma hakkı ya da imkânı verildiğinde, birer siyasi varlık olarak kapasitelerinin eşitlendiği söylenmektedir (Thomas, 2010: 110).
Marx’a göre din sorunu, kurumsallaşma sürecinin dışında tutularak, dinin sivil toplum halinde toplumsallaşmasının da ortadan kaldırılması gerekir. Bu bağlamda din, devlet ve siyasal özgürlüklerle açıklanabilecek bir olgu değildir. Sivil toplum ilkesine yoğunlaşmış burjuva devleti, insan ile insan özgürlüğü arasında bir aracıdır (Marx, 1997: 16). Bu yüzden devletin sivil alandaki varlığı dinsel bir işleve sahiptir ve eşitsizliklerin yeniden icra edilmesinden başka bir işlevi yoktur.
Bu yüzden din, devletten sivil topluma doğru kayarak yerini sağlamlaştırır: İnsanın kamusal ve özel insan olarak bölünüşü, dinin devletten sivil topluma kayışı, insanın gerçek dinselliğini kaldırmadığı gibi, kaldırma girişimimde de bulunmayan politik özgürleşmenin, bir aşaması değil, tamamlanmasıdır. İnsanın Yahudi ve yurttaş, Protestan ve yurttaş, dinsel insan ve yurttaş biçiminde ayrışması, yurttaşlık karşıtı bir yalan, politik özgürleşmenin çiğnenmesi değil, politik özgürleşmenin kendisidir, dinden özgürleşmenin politik tarzıdır (Marx, 1997: 21).
Sivil toplumdan ortaya çıkarılan devlet, insani kurtuluşu sağlamaktan uzaktır. Çünkü politik özgürleşme ile insani özgürleşme farklı şeylerdir (Marx, 1997: 28).
Hıristiyanlık ve devlet arasındaki ilişkide, insan, dinsel tin üzerinde anlamını bulur. “Dinsel tin yalnızca, ifadesi olduğu insan zihninin gelişme aşamasının dünyasal biçimiyle ortaya çıktığı ve oluştuğu noktada dünyasallaştırılabilir. Bu da demokrasilerde olur (Marx, 1997: 26)”. Burada, meydana gelen dünyevi olayların yine dünyevi çözümlerden hareketle ele alınması gerektiğine vurgu yapılır. Marx’a göre:
Politik devlet üyeleri, bireysel yaşam ile cinsil yaşam, sivil toplum yaşamı ile politik yaşam arasındaki ikirciklik yoluyla dinsel olurlar; insan gerçek bireyselliğinin ötesindeki devlet yaşamını, asıl yaşamıymış gibi görmesiyle dinsel olurlar; dinin burada, sivil toplumun tini ve insanın insandan kopuşunun ve uzaklaşmasının ifadesi olduğu noktada dinseldirler. Politik demokrasinin Hristiyan’ca oluşu, içinde insanın egemen ve yüce varlık sayılmasındandır, ama bu insan, toplumumuzun örgütlülüğünün tümü yüzünden çürümüş, kendini kaybetmiş, yabancılaşmış, insanlık-dışı ilişki ve öğelerin egemenliğine bırakılmış insandır, – tek kelimeyle hala gerçek bir cinsil-varlık olamamış insandır (Marx, 1997: 27).
Yukarıdaki paragrafta, dinsel otoritelerin insan varoluşuna yönelik bakışı, yabancılaşmış insan figürünü meşrulaştırdığına vurgu yapılır. İnsanın varoluş koşullarına yabancılaştığını ortaya koyan Marx’a göre; demokraside insan varoluşu, dokunulur bir gerçeklik olarak insan egemenliği ancak dünyasal bir ilke olduğu taktirde anlamını bulur (Marx, 1997: 27). Bu bağlamda dinden politik özgürleşme yeniden dinin oluşmasını sağlar. Politik yurttaşlık ile dinsel müritlik, kendi içerisinde çelişkiler barındırır. Marx, bireysel özgürlüğün dinsel müritlik misyonundaki işlevinin, politik özgürlük ile sivil toplum arasında bir çelişkinin ortaya çıkardığına dikkat çeker. Devletin dinden bağımsız örgütlenip özgürleşmesi, gerçek insanın aşkın-dinsel özgürleşmesi değildir (Marx, 1997: 28). Çünkü Yahudilikten tam ve çelişkisiz bir biçimde vazgeçmeden de, politik bakımdan özgür olunabilir. Fakat Marx için bu politik biçimsel özgürlük sömürü ilişkilerini gizleyen bir işleve sahiptir.
Yahudi Sorunu kitabında özgürlük, yurttaşlık ve hak ilişkisinden hareketle, Hıristiyan devleti sorgulayan Marx, demokratik bir yapının niteliğini tüm yurttaşların eşitliği ilkesinde bulur (Marx, 1997: 10). Dinin dünyevi olmayan değerlerinin bertaraf edilerek, gerçek insanın yaşamış olduğu somut gerçekliklerin farkına varılmasına dikkat çekilir. İster dini özgürlük istemleri olsun ister sivil toplum ve yurttaşlık ilişkileri olsun tüm bunlar beşeri eşitsizlikleri yeniden icat etmektedir (Thomas, 2010: 111). Sivil toplum ekonomik eşitsizliklerin yarattığı sömürünün gerçeklikte meydana getirdiği yabancılaşmayı sürekli kılmaktadır. Çünkü Marx bir devlet kurumu olarak burjuva demokrasilerinin ekonomik temelde kurulduğunu ve nihayetinde ekonomik sömürü ilişkilerine hizmet ettiğini vurgular (Jichang, 2015: 13). Bu yüzden gerçek demokrasi eşitsiz ilişkilerin ortadan kaldırıldığı komünal bir duruma tekabül eder.
Marx Yahudi Sorunu çalışmasında, devlet ve din ilişkisi üzerinden politik bir özgürlüğün, ‘özgürlüğü’ getirmekten uzak olduğuna dikkat çekiyordu. Sivil toplum temelli ‘politik özgürlük’ talebi, yabancılaşma ve maddi eşitsizlikler gibi önemli gerçekliklerin göz ardı edilmesine dayandığını ifade eden Marx, özgürlüğün ancak ‘toplumsal özgürlük’ temelinde vuku bulacağına işaret ediyordu. Marx için toplumsal özgürlük, ekonomik ve siyasalın son kerte ortadan kalktığı eşitlikçi bir duruma tekabül ettiğini ifade etmiştik. O halde Marx, tüm yurttaşların eşitliği sonucunda ortaya çıkacak özgürlüğü demokrasi olarak tarif etmektedir (Marx, 1997: 10). Bu eşitlik ise toplumsal, siyasal ve ekonomik homojenliğin tesisine dayandığını söylemek yerinde olacaktır. Marx’ın ekonomi-siyasal ve toplumsalın homojenliği ilkesi, yüksek oranda özerkliğin ve öz yönetimin egemen olduğu Paris Komünü deneyiminde ortaya çıkar. Dolayısıyla Marx’a göre gerçek ve eksiksiz bir özerkliğin olması liberal demokrasinin azalmasına neden olur (Jichang, 2015: 18).
Diğer yandan Marx Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı çalışmasında siyasal devlet ve demokrasi ayrımı yapar. Marx Hegel’in tüm toplumsal kesimler arasında ahenk ve uyumu sağlayan, adil ve etik devlet kavramını, topluma idealleştirilmiş bir bütünlük olarak ifade etmesi bağlamında siyasal devlet olarak tanımlar.
Demokrasi insandan hareket ediyor ve devleti insanın bir nesnelleşmesi olarak düşünüyor. Tıpkı dinin insanı değil ama insanın dini yaratması gibi, siyasal ana yapı da halkı yaratmaz ama tersine halk siyasal anayapıyı yaratır […] Demokrasi her şeyden önce evrensel ve özelin gerçek birliğini ortaya koyuyor […] Gerçek demokraside siyasal devlet yitip gidiyor […] Demokratik- olmayan bütün devletlerde devlet, yasa, siyasal ana yapı gerçekten egemen olmadan yani siyasal olmayan öteki alanların içeriğini özdeksel olarak belirlemeden egemenlik sürerler. Demokraside siyasal ana yapı, yasa ve devlet, halkın bir öz belirleniminden, bu içerik siyasal ana-yapı olduğu kadarıyla halkın belirli bir içeriğinden başka bir şey değildir (Marx, 2009: 47-48).
Yukarıdaki açıklamalarında Marx, devlet ve demokrasi arasında bir ayrıma gider. Demokrasi insanlardan hareket ettiği için, devlet kavramından daha önceldir. Tüm insanların ortak egemenliği olarak tarif edilen demokrasinin tesisi, devleti ortadan kaldırmaya yarayan bir şey olarak ele alınır. Marx’a göre, toplumu meydana getiren devlet değildir, tam tersine, devleti meydana getiren toplumdur. Marx –Hegel’in aksine- siyasal devletin adil olmadığını ve iyiyi temsil etmediğini, yalnızca üretime içkin olan sınıfsal antagonizmaların siyasal bir ifadesi olduğunu öne sürer (Carnoy, 2015: 70). Bu bağlamda, siyasal devletin sınıfsal karakteri doğrudan sermaye ile olan ilişkisine bağlıdır. Bu da proletaryanın her daim siyasal devletin bir nesnesi olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır (Clarke, 2004: 242). Dolayısıyla siyasal devlet, belli ekonomik ayrıcalıklara sahip güçlere, yani burjuvaziye hizmet eden bir örgütlenme biçimidir. Burjuvazi, kapitalist üretim sürecinde emeğin üzerinde belirli bir kontrol sahibi olduğu için, bu egemen sınıf, gücünü devlete ve diğer kurumlara doğru genişletir (Carnoy, 2015: 71). Bu yüzden Marx’a göre demokrasi, toplumsal alana içkindir. Sivil toplumun siyasal – toplumsal ayrımında ara bir kurum olarak işlev görmediği; mülkiyet, vatandaşlık gibi kriterlerin toplumsal – siyasal ilişkisini belirlemediği bir durum olarak ele alınır.
Sonuç;
Marx ilk metinlerinden son metinlerine değin, kapitalizmin yarattığı eşitsizlikçi formların bir eleştirisine yoğunlaşır. Marx Komünist Manifestodan önce yazılmış metinlerinde kapitalizmin yarattığı yabancılaşmadan kurtuluş için gerçek demokrasiyi formüle ederken, Manifestodan itibaren ise yabancılaşmadan kurtuluşu ‘komünizm’ düşüncesine bağlar. Hem gerçek demokrasi hem de ‘komünizm’ düşüncesi, ‘ekonomi ve siyasalın’ homojenize edilmesi mantığına dayanır. İfade etmek gerekirse Marx’ın ‘demokrasi’ derken kastettiği şey liberal ya da sosyal bir demokrasi teorisi değildir. Ancak temel demokrasi eleştirisinin çıkış noktası ‘liberal ve sosyal demokrasinin dolandırıcılık ilkesidir. Bunun en açık örneği, Paris Komüne yönelik açıklamalarında ortaya çıkar. Bu bağlamda ‘demokrasi’, ‘komünizm’ ve Paris Komününe yönelik Marx’ın ifadelerinde kapitalizmin sömürü mekanizmasının bertaraf edilmesi bakımında bir sürekliliğin olduğunu söylemek mümkündür.
*Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 30-06-2020