Kendi yaşam deneyimim üzerinden TKP’nin Yüzüncü Yıldönümünü kutlamaya devam etmeden önce bizim devrimci hareketimize (bulaşan dersem ağır kaçar) ilişen birkaç eğilime dikkati çekmek istiyorum.
Bundan on bir yıl önce, 2009 yılında Taraf adlı varakpârede yozlaşmanın iç öğürtücü sefaletini yansıtan bazı yazılar üzerine Cumhuriyet gazetesinde şu satırları yazmıştım.
https://www.cumhuriyet.com.tr/amp/haber/nihilizmin-sefaleti-99100
Marksistler, komünistler sorumlu insanlardır. Toplumun, ülkelerinin tarihindeki değerleri sonuna dek savunurlar.
Nihilistler ise geçmişten alınan mirası bütünüyle reddederler. Yaşadığı topraklar, yurt, çevre, ortam onları tedirgin eder. Diyalektiği yadsıyan at gözlüğü bakış açısıyla enternasyonalizmi yurtseverliğin karşısına koyarlar. Bu nedenle yurtsever olmanın da, enternasyonalist olmanın da mânevi hazzına varamazlar.
Nihilist yurtsuzdur. Kendini yurdunda saymadığı, dışlandığı için yurtseverlik gibi bir kaygısı yoktur. Kozmopolitliği enternasyonalizm sanır.
Nihilist, yaşamı tam belirlenemeyen bir kargaşa, sevdikleri deyimle söyleyeyim, “kaotik” bir durum olarak görür. Böyle olunca da kendi zihnindeki umutsuzluğu sanki bütün toplum yaşıyormuş gibi çevresine bir karamsarlık yayar. Nihilistin düşünce dünyasını kötümser bir paradigma yönetir.
Karamsar zihin, zamanla kendi girdabında boğulmaya yüz tutar. Zihninin karmaşık lâbirentinde umutsuzluk içinde yolunu şaşırıp kaybolur. Bastıramadıkları bir öç duygusu vardır umutsuz nihilistlerde… Yaşamda kendi egosundan başka değer tanımayan nihilist, öcünü sadece terörle, cinayetle almayıp, becerisini zaman zaman cinsel organıyla, yeteneği varsa kalemiyle almaya yeltenir.
Stirner, Kropotkin, Bakunin, Proudhon, Berkmann, Goldmann birer nihilistti. Turgenev ile Nietzsche de öyle. Hiçbir değer tanımıyorlardı. Ülkelerinin geçmişiyle bağları yoktu.
Nihilizm, otorite tanımama konusunda anarşizm ile örtüşür. Otoriteyi kelepçe ve tasma olarak görür.
Turgenyev‘in Babalar ve Oğullar (1862) romanının kahramanı Bazarov’un kişiliğinde nihilizm somutlanır. Bazarov son derece azimli bir gençtir, ama hiçbir otorite ve ilke tanımaz, her şeyi yadsır.
Bizde de Mehmet Rauf’un Eylül romanı geçim derdi olmayan insanların köksüz aşklarını, acılarını, kaygılarını, nihilistçe karamsarlık ve umutsuzluğunu anlatır.
Heidegger, “varlık hiçten gelir” der, nihilizmi “insanın normal hali” sayar. Heidegger’e göre, hiçten gelen insan dünyaya rastgele “fırlatılmış” olduğu için yaşam bir anlam taşımaz.
DIŞA VE İÇE DÖNÜK YIKICILIK
Çevredeki insanlara karşı duyulan tiksinti, gitgide anarşizm şeklinde dışa dönük yıkıcılığa dönüşür.
Anarşizm, başkalarına acı vermekten duyulan bir zevk, bir tür sadizm ise, nihilizm de daha çok içe dönük bir yok ediş, kendine verdiği acının zevkiyle hüzünlenip melâle dalma, bir tür mazoşizmdir. Anarşizm aktif bir yıkıcılık ise, nihilizm alt benlikte yatan saldırı içgüdüsünü bastırma yöntemi, edilgin (pasif) bir yok oluştur diyebiliriz.
Dışa dönük yıkıcılık, ortak değerleri yadsıma, ulus, halk, devlet gibi her türlü örgütlü yaşamı red, genellikle terörizme götürür.
Terör umutsuzun inidir. Sığındığı in, bir örümcek ağı gibi kuşatır onu. Sonunda bir akrep gibi kendi kuyruğuyla kendini sokar.
Yaşamın anlamsızlığı, içe dönük nefret ise çoğu kez deliliğe, oradan da intihara götürür. Acı çekmekten zevk alan Nietzsche “öldüremeyen yara beni güçlendirir” der. Albert Camus ise intiharı yüceltir, “şu anlamsız dünyada yapılacak en anlamlı iş çekip gitmektir!” der. Nihilistlerin bir bölümü dünya nimetlerinden el ayak çekmeyi savunan mistik budistlere yakındır.
Ortak değerler, halk, ulus, parti ne varsa hepsini yadsıyan nihilist mutlak özgürlük kılıfı altında bireyi sınırsız yüceltir. Oysa yaşamda soyut ya da mutlak bir özgürlük yoktur.
Hegel’e göre özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır. Marksizmde özgürlük anlayışı, doğa yasaları karşısında hayalî, soyut ve alabildiğine başıboş bir bağımsızlık değildir. Özgürlük, doğa yasaları ile toplumsal eğilimleri kavrayarak, böylesi bir biliş ve bilinç aracılığıyla bireyin yaşama örgütlü olarak müdahale edebilmesidir.
Marx ve Engels ile Dickens yan yana okunmadan ne 19. yüzyıl Britanyası ne de Marksizm yeterince kavranamaz. Klâsik edebiyat bilinmeden ne tarihe ne de günümüz dünyasının içine nüfuz edilemez.
Anarşizmin de, nihilizmin de toplumsal bilimlerdeki yansıması çağsonrasıcılık diye çevirebileceğimiz postmodernizmdir. Artık büyük yapıların, büyük örgütlerin, büyük öykülerin değil, tekil öykülerin önemli olduğunu öne süren postmodernist yapısökücülük ya da yapıbozumculuk hep bu nihilist ruh halinin yansımasıdır. Jean-François Lyotard, “bütüncüllüğe karşı savaş açalım!” der. Deleuze’e göre, insan yeryüzünün “hastalıklı derisi”dir.
“Siyaseten doğruculuk” denilen geçmişe bugünün gözüyle bakma, cumhuriyetin kuruluş yıllarını demokratik olmamakla suçlama, solun tarihini sadece Spartaküs ve Celâli isyanları ile, Şeyh Bedrettin ile sınırlamaya kalkışma, Shakespeare’i Yahudi düşmanlığıyla, feminizm karşıtlığıyla suçlama hep bu anarko-nihilist bakış açısının ürünleridir.
Genellikle çocukluğu aile sevgisinden yoksun geçmiş, örneğin lüks bir yatılı okula “fırlatılıp atılmış” şımarık zengin çocuklarında bu eğilim sıkça görülür. Çocukluğunda babalarından çok dayak yemiş olan insanlarda da hem despotluk, hem de batsın bu dünyacı, toptan inkârcı nihilist bir boş vermişliğe rastlanır.
Max Stirner “şu kadın, şu erkek, herkes benim hazzımın nesnesidir” der. Tanınmış bir sanatçıyı dağa kaçırıp seks kölesi yapmaktan söz eden bizdeki Taraf yazarı solumsu liberal de, böyle bir dünya görüşünün ürünüdür.
Bencil tutkular, dizginlerinden boşanmış fantezilerin gerçekleştirilmesi umudu, aklın yerini alınca, ahlâk da, özdenetim de defterden silinir, “erdem mazeret olmaktan çıkar”. Artık doktor ne yerse yesin demiştir; her şeye izin vardır.
Anarko-nihilizmin sanattaki izdüşümü; dadaizm, fütürizm, sürrealizm, ‘dekadans’ diye bilinen yozlaşmış bir bohem yaşamıdır. Taraf gazetesi yazarının patlatılacak normlar arasında saydığı “önüne gelenle seks yapma” özlemi, işte bu yozlaşmış yaşam tarzının en pespâyece dışavurumudur. Uyuşturucu tutkunluğu, çift çenekli doğal bir erselik değilse yapay eşcinsellik, çoklu seks, mazoşist cinsel fanteziler artık doruğuna ulaşan, daha doğrusu en dibe duran bir yozlaşmanın, kokuşmanın günlük yaşamdaki sapkın yansımalarıdır.
1989’da Berlin duvarının, 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra bizde de bir yandan sağa savrulma, bir yandan da anarko-nihilist inkârcılık uzun süre yaygın olmuştur. Bunun izleri günümüzde de belirli ölçüde sol hareket içinde görülüyor.
Yaşamda soyut bir özgürlük yok dedim. Hem tarih içinde hem de günümüz siyasal yaşamında önce ezilenden, haksızlığa uğrayandan yana taraf olmamız gerekir, ancak ondan sonra siyasal mücadele içinde gerekirse uzlaşabiliriz. Siyasal yaşamda taraf olmadan uzlaşma söz konusu olamaz. Çünkü vicdanlı insan omurgasız, yanardöner, belleksiz bir mankurt değildir.
Ama bunun için önce dünya ve Türkiye tarihini üstünkörü değil çok iyi bilmemiz gerekiyor. Tarihte iyiden, güzelden, ileriye yönelik olandan, işçiden, emekçiden, medenî cesaret sahibi mücadeleci aydından yana olacağız. Fransız İhtilâlini, Ekim Devrimini, Anadolu aydınlanmasını, 1961 Anayasasını savunacağız. Vesayet rejimi, toplum mühendisliği, Jakoben karşıtlığı yaygaralarıyla, yetmez ama evet çığırtkanlığıyla yönünü şaşırıp bugünkü otoriterliğe payanda olanları unutmayacağız. Ama Ali Erten yoldaşımın deyimiyle, “ana rahminden haklı doğan bukalemunlar” dışındakileri de kendi ellerimizle yeniden karşı tarafa itme bağnazlığına kapılmayacağız.
Bu uzunca girişten sonra kendi yaşam deneyimim üzerinden TKP’nin Yüzüncü Yıldönümünü kutlamayı sürdürüyorum.
ANKARA TELGRAF, KUDRET GAZETESİNE DÖNÜŞÜYOR
27 Mayıs 1960 darbesinden bir süre sonra Ankara Telgraf gazetesi daha da genişleyerek Kudret gazetesine dönüştü. Gazetenin sahibi Fethi Giray, Millet Partisi lideri Osman Bölükbaşı, Kenan Esengin, Ahmet Tahtakılıç, Sadık Aldoğan, Kadircan Kaflı ve Mehmet Altınsoy gibi arkadaşlarıyla birlikte Kudret gazetesini başlattı.
Kudret 1940’lı yıllarda da bir süre çıkmış muhafazakâr bir gazeteydi. 1960 yılı sonlarında yeniden çıkmaya başlayan Kudret gazetesi de eski Demokrat Partililere sesleniyordu. Gazetenin Genel Yayın Müdürü Atıf Sakar (1910-1967), yazı işleri müdürü ise Turhan Dilligil (1920-1997) idi. Daha sonra spor spikerliği yapacak olan Aydın Köker ayrıca yazı işlerinin yönetimine yardımcı oluyordu. Atıf Sakar’ın eşi Matilda Alçe’nin çevirdiği kitaplar tefrika olarak gazetede yayımlanırdı. Oğuz Aral’ın kardeşi, İnci Aral’ın eşi Tekin Aral yanımdaki masada karikatür çizerdi.
Kudret gazetesi dağıtım tekniğinde önemli bir yenilik gerçekleştirdi. Türkiye’de ilk kez üç ayrı kentte birden basılıp Anadoluda günü gününe dağıtılmaya başlandı. Ankara’da dizilip matrise çekilen gazete, hemen İstanbul’da baskıya girip Marmara bölgesine, Adana’da basılan gazete ise Türkiye’nin öbür yarısına aynı gün içinde dağıtılıyordu.
KISA BİR SÜRE TÜRKİYE’NİN İKİNCİ BÜYÜK GAZETESİ
1961 yılında Kudret 110 bin tirajla 200 bin tirajlı Hürriyet’in ardından Türkiye’nin en çok satan ikinci gazetesi durumuna yükselmişti. Gazetenin siyaset çizgisi, eski Demokrat Parti’nin yanı sıra, Osman Bölükbaşı’nın Millet Partisi’ni savunuyordu.
Benim yazdığım spor servisi ise Milliyet’ten Turhan Doğu’nun da katılmasıyla birlikte tamamen Ankara Telgraf’ın devamıydı. Artık bu gazetede edebiyat değil, sadece spor haber ve yazıları kaleme alabiliyordum.
Gazetecilikte iki yıl hiç para almadan çalıştıktan sonra ilk kez ayda 250 lira maaşla kadrolu gazeteci olmuştum. Kısa bir sürede yeni ve atlatma haberlerle aylık maaşım 500 liraya yükseldi.
Bu arada iki İstanbul gazetesinin Ankara spor temsilciliğini de almış ve maaşım ayda toplam 1250 liraya yükselmişti ki, lise son sınıf haziran sınavlarında dört dersten bütünlemeye kaldım. 18-19 yaşında edebiyat yazılarımdan değil, spor yazarlığından elde ettiğim para nerdeyse birinci sınıf devlet memurunun maaşına eşit hale gelmişti.
Gazetenin spor sayfası çok beğeniliyor, yeni başlayan spor toto ile ilgili maç tahminleri yurdun çeşitli yerlerinden önceden telefonla sorularak öğrenilmek isteniyordu. Bu arada Kudret’in el ilânlarıyla stadyumlarda duyurusu yapılıyor, yazarlar arasında “genç yetenek” diye benim fotoğrafıma da yer veriliyordu.
Emekli albay Şinasi Osma yeni kurulan Adalet Partisi’nin Genel Sekreteriydi. On santimetre genişliğinde şerit gibi upuzun kâğıtlara yazardı yazısını. Ama yazılarda noktalama işaretleri ve düzgün imlâ hak getire. “Efendim, baskıya girebilmesi için yazınızı hem kısaltmak, hem de izin verirseniz bazı yerlerini düzeltmek gerekiyor. Mümkünse lütfen yazınız biraz daha kısa olsa” derdim. “Evlâdım, sen istediğin gibi yazıyı kısalt, düzelt… Yeter ki üzerinde Şinasi Osma ismi gözüksün” karşılığını verirdi. Ayrıca “yaşın keşke 18 değil de 30’un üzerinde olsaydı, seni sağlam bir yerden milletvekili adayı gösterirdik” demişti. Oysa sonradan Kudret adını alacak olan gazetenin bütün spor servisi, hepimiz Demokrat Parti’ye ve onun devamı yeni kurulmakta olan sağ eğilimli partilere karşıydık.
Şinasi Osma ile ilgili şöyle bir anektot anlatılırdı:
Osma, Adalet Partisi’nin üst düzey yöneticilerindendi. Sık sık Meclis kürsüsüne çıkardı. Bir gün konuşması sırasında, Osman Bölükbaşı’yı ağırca eleştirince, Bölükbaşı cevap vermek için kürsüye geldi:
- Biraz önce konuşan sayın Yosma…
Meclis Başkanı, Bölükbaşı’yı uyardı:
- Sayın Bölükbaşı… Yosma değil, Osma…
Bölükbaşı “ben de öyle diyorum zaten” diye konuşmasını sürdürdü:
- Sayın Yosma dediler ki…
Şinasi Osma sinirinden sıraları yumrukluyordu.
Meclis ise Bölükbaşı”nın esprisine gülmekten kırılıyordu.
(Yavuz Donat, Sabah gazetesi, 27 Ağustos 2006)
SOFYA’DAKİ MİLLİ MAÇTA NÂZIM HİKMET’İ GÖRME FIRSATINI KAÇIRDIM
Lefter’le birlikte olan Sofya gezimi ve 27 Kasım 1960 günü Nâzım Hikmet’in de seyrettiği Bulgaristan-Türkiye milli maçını beşinci yazımda kısaca anlatmıştım. Maçtan bir gün önce Hıncal Uluç, Başkurt Okaygün ve Teoman Oğuzutku ile Sofya’da birlikte kaldığımız otele “eski bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” diye kendini tanıtan Eduard Karabedyan adında birisi gelmişti. İsmini zikretmeden “burada tanınmış bir Türk şairi var, isterseniz sizi onunla tanıştırabilirim” dediği halde Halit Kıvanç, Namık Sevik, Kahraman Bapçum gibi kıdemli spor yazarlarından hiç ses çıkmayınca, öylece havada kalmıştı bu öneri… Çok sonra öğrendim ki bu şair Nâzım Hikmet’miş ve Vasilevski stadında ertesi gün onunla aynı maçı seyretmişiz meğer… Hayatta epeyce fırsatı ıskaladım. Ama bilmeden kaçırdığım için pişman olduğum tek fırsat budur.
18 yaşındaydım henüz. Baki Süha Ediboğlu’nun 1944 yılında Türk Şiiri Antolojisi kitabı içinde yer alan Nâzım Hikmet’in Bahr-i Hazer ve Salkımsöğüt adlı iki şiirinden başkasını bilmiyordum. 1961 Anayasası’nın kabul edilmesine daha on ay, Yön dergisinin çıkıp İlhami Soysal’ın Nâzım Hikmet’in şiirlerini Moskova’dan getirmesine, “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim” şiirinin yayımlanmasına iki yıl vardı daha.
O günlerin siyasî havasını, bugünden çok farklı olan ortamı biraz olsun yansıtabilmek için yazıyorum bu satırları.
ARTIK RÜZGÂRLI SOKAK’A UĞRAMAZ OLDUM
Haziran 1961’de lise son sınıfta dört dersten ikmale kalınca Rüzgârlı Sokak’a bir daha uğramaz oldum. Ya o zaman için ayda 1250 lira gibi göz kamaştıran bir paranın, gazeteci olarak ülke çapında tanınmanın ayartıcı cazibesine kapılacaktım ya da lise 1’de olduğu gibi bir kez daha sınıfta kalıp ailemin yüzüne bakamaz olacaktım.
Gazeteciliği bıraktım. İkmale kaldığım dört derse yazın sıkıca çalışıp sonbaharda sınıfı geçerek liseyi kazasız belâsız bitirdim. Mülkiye diye bilinen Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne başladım. Bu okulun ortamı ve öğretim kadrosunun çoğu beni öylesine çekti ki, artık gazeteciliği tümüyle aklımdan çıkarmıştım.
Mülkiye’de Turan Güneş’in İdare Hukuku sınavını anlatmadan geçemem. 1962-63 ders yılı, ikinci sınıftaydık. Ben bazı derslerin kendimce uydurduğum kısaltma steno yazımıyla aynen notlarını tutar, 7-8 nüsha kopya kâğıdı koyup bu notları akşam daktiloya çeker, ertesi gün arkadaşlara dağıtırdım. Liberal Hür Düşünce Kulübü üyesi arkadaşım Cengiz Okman da İdare Hukuku derslerinde aldığı notları akşam daktiloya çekerek dağıtırdı. Cengiz ders notları arasında ara sıra parantezler açıp kimi zaman mizahî öğeler de içeren çeşitli yorumlar yapardı.
Cengiz daktiloya çektiği ders notlarının bir yerinde lâtife olsun diye İdare Hukukunun teorisyenleri arasına benim de adımı koymuş… Örneğin Leon Duguit’ye göre konu böyle, Hans Kelsen’e göre mesele şöyle, Georg Jellinek’e göre böyle böyle diye… Ve doktrindeki büyük babalar arasında benim ismim de var… Leon Duguit, Hans Kelsen, Georg Jellinek’ten sonra, Cavlı Çulfaz’a göre bu konu İdare Hukuku doktrininde şöyle izah edilir diye yazmış Cengiz… Ürdünlü arkadaşımız Esma da bu notları okuyup İdare Hukuku sözlü sınavına girmişti. Esma’ya sınavdan çıktıktan sonra arkadaşlarımız sordular, “Sınav nasıl geçti Esma?” diye… Esma ayınları çatlatan tatlı Arapça şivesiyle “Vallah, şahane ki şahane, fevkalâdenin fevkinin de fevkinde” diye karşılık verdi… “Hepsini tek tek anlattım. Doktrinde Duguit’ye göre şöyle, Kelsen’e, Jellinek’e göre böyle, Cavlı Çulfaz’a göre ise şöyle diye…” Turan Güneş, “Ötekileri anladık da, şu Cavlı Çulfaz’dan biraz daha bahsetsene” diye sormuş Esma’ya… Gülmekten kırılıyorduk sınav kapısının dışında…
KAYMAKAM ASLINDA AKIL HASTANESİNDEN KAÇAN DELİNİN BİRİYMİŞ
Dört yıllık fakültenin ilk iki yılında bütün dersler ortaktı. Üçüncü yıl herkes Maliye, İdare, Hariciye gibi değişik şubelere ayrılırdı. Ben İdarî Şubeyi seçtim. İdealist bir kaymakam olmayı amaçlıyordum. Yaşar Kemal’in 1955 tarihli Teneke adlı romanından uyarlanarak Devlet Tiyatrosunda sahneye konulan oyuna müstakbel kaymakam adayları olarak hep birlikte gittik. Oyun, Çukurova’daki zalim çeltik ağalarına karşı yoksul köylünün yanında yer alan bir kaymakamın öyküsüydü.
Ertesi yıl yine Devlet Tiyatrosunda Cevat Fehmi Başkut’un Buzlar Çözülmeden adlı oyununu seyrettik. Zorlu kış koşulları nedeniyle yolları kapanıp her yerle bağlantısı kesilen kasabaya yeni bir kaymakam atanmıştı. Oyunda kaymakamın eski yerleşik düzeni var güçle değiştirmeye çalıştığını görüyorduk. Kasabadaki ağalara, karaborsacılara, kadın tüccarlarına, yobazlara “dur” diyen yeni kaymakam bundan önceki yöneticilerden çok farklı biriydi. Genç kaymakam, dürüst ve köylüden yana yaklaşımıyla sorunların çözülebileceğini bütün halka göstermişti. Ama oyunun sonunda anlaşıldı ki, kaymakam meğer akıl hastanesinden kaçmış ve her tarafta aranan bir “deli” imiş. Kaymakam rolündeki Yalın Tolga’ya sınıf arkadaşlarımla birlikte oyundan sonra sahneye çıkıp bir buket verdiğimizi bugünmüş gibi hatırlıyorum.
ÖĞRENCİ BİRLİĞİ BAŞKAN ADAYLIĞINDAN SON ANDA ÇEKİLİYORUM
SBF’de üçüncü sınıftan son sınıfa geçmek üzereyken 1964 yılı ilkbaharında öğrenci birliği seçimleri yapıldı. Marksist Fikir Külübünün önde gelen yöneticilerinden Türkiye İşçi Partili Alper Aktan bir gün yanıma geldi, dedi ki: “Düşündük, taşındık, sadece Marksistler değil, CHP’liler arasında da seviliyorsun. Hemen herkesle gayet iyi geçiniyorsun. Senin öğrenci birliği başkanlığına adaylığını koymanı istiyoruz. Ne dersin? Ama hemen şimdi yanıt vermene gerek yok. Yarın kabul edip etmediğini söylersin.”
Fikir Kulübü üyeleri arasında başta Alper Aktan ve Hüseyin Ergün olmak üzere, Hasan Aşkan, İsmet Özel, Mahir Çayan, Kutlay Ebiri, Arslan Sonat, Ümit Hassan, Kudret Ulutürk, Yurdakul Alpay, Necmiye Alpay gibi çoğu Türkiye İşçi Partisi üyesi sevdiğim arkadaşlarım vardı. Ertesi gün adaylığı kabul ettiğimi açıkladım. Öğrenci Birliği başkanlığı önemliydi ve kazanırsam Türkiye İşçi Partisi ile CHP’nin işbirliği sonucu Marksist bir aday ilk kez Türkiye’de öğrenci birliği başkanı olacaktı.
İki hafta kadar fakülte içinde başkan adaylarının yoğun propagandası yapıldı. Bu süreç yıllardır belleğimden silinmişti nerdeyse. Üç yıl önce İstanbul’daki bir konferansta rastladığım Necmiye Alpay yoldaşım hatırlattı. Afişlere ismim yazılmış, duvarlara el ilânları yapıştırılmıştı. Karşımdaki aday sınıf arkadaşım Erhan Keleşoğlu olacaktı. Seçim gününe bir hafta kala, Fikir Kulübü yöneticisi arkadaşlar gelip bana dediler ki: “Seçimi açık farkla kazanacağımız besbelli. Türkiye İşçi Partisi’nin zaferini şimdiden ilân ediyoruz.”
Adaylığımı destekleyen arkadaşlarımın CHP yanlılarını ürkütecek ve hayal kırıklığına uğratıp yüz üstü bırakacak böyle gereksiz ve aceleci çıkışını yadırgamış, çok şaşırmıştım. Çünkü seçimde Fikir Kulübü üyelerinin yanı sıra ama daha çok sosyal demokrat, Kemalist öğrenciler beni destekliyorlardı. Çoğu da aday olursam beni destekleyeceklerini, ama Fikir Kulübü üyesi başka bir adaya oy vermeyeceklerini açıkça söylüyorlardı.
Bunun üzerine Alper Aktan’a dedim ki: Seçimi kazanırsam bu sadece Fikir Kulübü üyelerinin, Türkiye İşçi Partisi’nin zaferi olmayacak, aynı zamanda CHP yanlılarının Fikir Kulübü üyeleriyle ortak başarısı olacaktır. Madem Türkiye İşçi Partisi’nin zaferini ilân etmek istiyorsunuz, uygun görürseniz ben hemen çekileyim, daha vakit var, yerime Fikir Kulübü’nden başka birisi aday olsun.
Ve çekildim. Benim yerime yine çok sevdiğim arkadaşım Ömür Sezgin başkan adayı oldu. Ömür Sezgin az farkla seçimi kazandı ve ilk kez Türkiye’de Marksist bir genç, bir fakülte öğrenci birliğinin başkanı oldu. Ne var ki, CHP yanlısı öğrencilerin desteğini almadan Marksist solun sekterce tek başına çıkışı ertesi yıl yenilgiyle sonuçlanacaktı.
1964 yılı ilkbaharındaki öğrenci birliği başkan adaylığından çekilişim ilk ve son geri çekilişim olmadı. 24 yıl sonra da 1988 yılında bu kez TKP’nin TİP ile birlikte Türkiye Birleşik Komünist Partisi’ni resmen oluşturacağı kongreye Leipzig adayı olarak seçilmiştim. Ve kongreye birleşik partinin TKP’den Politik Büro adayı olarak gitmem kararlaştırılmıştı. Prag’da Barış ve Sosyalizm Sorunları dergisinde TKP’yi temsil ederken dergi redaktörleri adımın yanına parti ünvanı olarak ne yazacaklarını sorduklarında “sıradan bir üye olmaktan başka bir ünvanım yok” demiştim. “Nasıl olur, herkes ya parti başkanı veya genel sekreteri, ya da Politik Büro üyesi, en azından Merkez Komitesi üyesi” diyerek şaşırdıklarını belirtmişlerdi. Yirmi yıllık resmî TKP’lilik hayatımda galiba önemlice işleri sıradan bir parti neferi demeyeyim de yalın bir parti üyesi olarak yerine getirdim. Bundan da hiç gocunmadım.
Ama şimdi TKP’ye girişimden 18 yıl sonra benden parti yöneticisi olmam isteniyordu. İlk kez partide geniş katılımlı bir seçim yapılıyordu. Parti merkezi Leipzig’in delegesi olarak nerdeyse oybirliğiyle Moskova’daki kongreye delege olarak seçildim. Adaylığıma sadece bir tek karşı oy çıkmıştı.
Bu kongrenin partinin legale çıkış kongresi olması öngörülüyordu. Yeni koşullara uygun bir program taslağı hazırlanmıştı. Ama tüzük taslağı hâlâ eski anlayışa göre hazırlanmıştı. Ve legale çıkış kongresi Türkiye’de değil de her ne hikmetse yine eski usûllere göre Moskova’da yapılacaktı. Taşıma suyla değirmenin dönmeyeceği, perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Leipzig delegesi olarak seçilir seçilmez kongreye katılmayacağımı belirttim. Herkes şaşırdı. Niye katılmadığımı ileride daha ayrıntılı olarak anlatacağım.
7 Temmuz 2020
Cavlı Çulfaz